Seyyid Ahmed Buhârî'nin yetiştirdiği büyük velîlerden. İsmi Mahmûd Çelebi olup Mevlânâ Kırîmî'nin evlatlığıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1531 (H.938) senesinde İstanbul'da Edirnekapı semtinde vefât etti.

İlk zamanlarından îtibâren ilim öğrenmeye meyilli ve arzulu olarak yetişen Mahmûd Çelebi, istidât ve kâbiliyetinin çok olması sebebiyle çabuk ilerledi. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamladıktan sonra, tasavvuf yoluna yönelip, Seyyid Emîr Ahmed Buhârî'nin sohbet ve hizmetlerine devâm etmeye başladı. Kâmil ve mükemmil olan o büyük zâtın huzûr ve sohbetlerinde bulunmakla, tasavvuf yolunda hızla ilerledi. Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı pekçok olduğundan, kısa zamanda yüksek derecelere kavuştu. Hocası, onu kızı ile evlendirerek kendisine dâmâd yaptı. Böylece aralarında akrabâlık meydana geldi. Emîr Buhârî hazretleri vefât edeceği zaman, Mahmûd Çelebiyi kendisine halîfe bıraktığını bildirdi. O da vefâtından sonra hocasının yerine geçip, talebelere ders vermeye başladı.

Mahmûd Çelebi, çok yüksek bir zat olup, iffet ve hayâ timsâli idi. Şakâyık-ı Nu'mâniyye isimli meşhûr eserin sâhibi Taşköprüzâde şöyle anlatır: "Âlimlerin ve evliyânın önderi, baştâcı olan Mahmûd Çelebinin mübârek yüzünde, hayâ ve iffet nûru güneş misâli parlamakta olduğundan yüzüne bakmaya kâdir olamazdım.

Kerametler hazînesi olan meclislerinde hazır olup, sohbetlerinde bulunduğum zamanlarda, tasavvuf ve ledün ilmine âit anlattığı ince bilgileri ve yüksek mârifetleri, tam bir dikkat ve can kulağıyla dinlerdim. Anlatması, ifâdesi, anlattığı bilgiler öyle tatlı öyle kıymetli idi ki, ağzım açık baka kalırdım. Lisânının tatlılığından dolayı kalbim rahatlar, lezzet alırdım. Sohbet esnâsında bir gün bana; "Senin tasavvuf ehline karşı bir inkârın var mıdır, onlara dil uzatır mısın?" dedi. Ben hayretle; "Onların hâllerini inkâr eden bir kimse var mı ki, ben inkâr edeyim" dedim. Bunun üzerine bana Seyyid Emîr Buhârî'nin başından geçen, onun anlattığı bir kıssayı anlattı. Emîr Buhârî, Buhârâ'da o zamânın âlimlerinden birinin huzûrunda okuyor idi.Daha sonra ayrılıp, tasavvuf yoluna girmek üzere Abdullah-i İlâhî'nin yanına, hizmetine gitti. Abdullah-i İlâhî de daha önce o âlimden okumuş idi.

Abdullah-i İlâhî bir gün Emîr Buhârî ile birlikte, önceleri kendisinden okudukları âlimi ziyârete gittiler. O âlim, Emîr Buhârî'ye; "Şimdi ne ile meşgûl oluyorsunuz?" diye sordu. O da; "Mirsâd-ül-İbâd fil-Mebd ilel-Me'âd isimli tasavvufî eseri mütâlaa etmekle meşgûl oluyoruz." dedi. Bunun üzerine o ilim sahibi kimse, bu kitabı okuduğu için Emîr Buhârî'yi azarlamaya, o kitabı ve müellifini kötülemeye, tasavvuf ehline dil uzatmaya başladı. Nihâyet daha da ileri giderek, Emîr Buhârî ve Abdullah-i İlâhî'yi meclisinden kovdu.

Meğer bu kimse, tasavvuf ehlinin büyüklüğünü anlayamayan, inkâr eden bir zavallı imiş. Mahmûd Çelebi bu menkıbeyi anlatınca, tasavvuf ehlini inkâr edenlerin de bulunduğunu anlamış oldum. Bundan sonra Mahmûd Çelebi'ye arzettim ki: "Efendim, tasavvuf büyüklerinin hâllerini inkâr edenler, inkâr etme gibi büyük bir belâya mübtelâ olmuşlardır. Tasavvuf ehlinin büyüklüğünü inkâr etmeyip kabûl ettiği hâlde bu yolda ilerlemeye çalışmayanların hâli, diğerinin hâlinden daha kabîh (çirkin) değil midir?" Ben böyle söyleyince; "Hayır öyle değildir. O büyüklerin büyüklüklerini inkâr etmeyip îtiraf etmek, yâni kabûl etmek de bir nîmettir. Bu îtirâfın eninde sonunda o kimseyi hak yoluna çekmesi ümîd edilir." buyurdu."

Yine Şakâyik-ı Nu'mâniyye' nin müellifi olanTaşköprüzâde, bir gün sohbet esnâsında Mahmûd Çelebiye dedi ki: "Efendim! Bâzı tasavvuf kitaplarında anlaşılamıyan, hattâ görünüş îtibâriyle dînin açık olarak bildirilen hükümlerine aykırı olan kısımlar bulunuyor. Bunları inkâr etmemiz câiz olur mu?" Mahmûd Çelebi buna cevâben; "O tasavvufî hâller sizde meydana gelinceye kadar inkâr edersiniz. Ama o haller sizde de meydana gelince, artık inkâr etmenize lüzûm kalmaz. Çünkü o bilgilerin hakîkatte dînimizin hükümlerine aykırı olmadıklarını, öyle anlaşıldığını anlamış olursunuz. Yâni tasavvuf büyüklerinin söyledikleri sözlerden bâzılarının uygun değil gibi görünmeleri, o zâtın yanlış şeyler söylemek istediğinden değildir. Kendisini kaplayan tasavvufî hal sebebiyle, o halde iken anlatmak istediğini, şuuru yerinde olmadığından, uygun olmayan kelimelerle söylemesinden veya hâli ifâde için o anda başka kelime bulamamasındandır. Her hâlükârda tasavvuf büyüklerinin o sözlerinin yanlış bir mânâyı anlatmak için değil, doğru bir şeyi yanlış mânâya gelecek kelimelerle anlattığından yanlış anlaşılabilmektedir. Bununla berâber, mutasavvıfların dînin hükümlerine aykırı gibi görünen, açıktan yanlış anlaşılan sözleri kabûl edilmez. Fakat o büyüklere dil de uzatılmaz. Çünkü mâzurdurlar.

Hakim Çelebi Edirnekapı'da Münzevî'ye giden yol üzerinde bir câmi ve zâviye inşâ ettirdi. Yıllarca burada talebelere ders verdi ve 1531 senesinde vefât etti. Devrin âlimlerinin de hazır bulunduğu büyük bir kalabalık tarafından kılınan cenâze namazından sonra câminin karşısında defnolundu. Onun yaptırdığı bu câmi ve zâviyeye hocasının adından dolayı Emîr Buhârî Câmii ve tekkesi de denilmiştir. Çevre yolu yapılırken tekke ve kabirler yıkılıp kaldırıldı.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.2, s.60

2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (MecdiEfendi); s.518

3) Sicilli Osmânî; c.4, s.310

4) Tâc-üt-Tevarih; c.2, s.588

5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1146

6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.189