İnsan, hayvan ve bitkilerin hücre, doku, organ ve sistem topluluğundan ibâret maddî yapısı. Vücutta yapıtaşı hücredir. Vücut hücreleri birbirleriyle birleşerek doku (nesc) meydana gelir. Çeşitli cinsten dokular birleşince uzuvlar (organlar), organların bir araya gelmesinden cihâzlar (sistemler) meydana gelir. Ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı bugüne kadar bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmiştir. Bir hücrenin genişliği ortalama 0.02 mm’dir. Bir kesme şeker içinde 250 milyon hücre yaşayabilir. Bir insan vücûdunda ortalama 30 trilyon hücre vardır. Bu hücrelerin çalışabilmesi gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce uygun şartların bulunmasına bağlıdır.

Bunlardan biri bozulursa, insan vücûdu çalışamaz durur. Allahü teâlâ, bu sayısız düzenleri yaratarak beden makinasını otomatik olarak çalıştırmaktadır. Ruh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca cereyan kesildiği gibi, insan vücûdunun içindeki ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makina süresiz çalışmayıp, aşınarak, yıpranarak çürüğe ayrılır. Bu genel kânundur. Vücut makinası da bu kânuna uyarak, yıpranarak çürüğe ayrılır.

İnsan bedeninin yapısında bulunan maddeler, topraktan, sudan ve havadan gelmektedir. Canlıların ihtiyaç maddeleri bu üç kaynaktan hâsıl olur. İnsan çürüyünce, hâsıl olan maddeler, yine bu üç yere dağılır. Vücûdun ortalama % 64’ü sudur; % 20’si protein, % 10’u yağ, % 5’i mâdenî tuzlar, % 1’i karbonhidratlardan ibârettir.

Eşref-i mahlûk olarak yaratılan insanoğlunun vücûdu, sayısız odalardan meydana gelmiş muazzam bir binâ gibidir. Bu muazzam binâda çeşitli fabrikalar vardır.
Vücut binâsında bir gıdâ deposu, alarm tertibâtı, kalorifer tesisleri, işitme cihâzları, hazır kuvvet, askerî üsler, radarlar, odalar arasında mu’azzam yollar, modern taşıma vâsıtaları, yemekhâneler, kanalizasyon şebekeleri, rasathâneler, çöpçüler, kabristan gibi lüzumlu her teşkilât mevcuttur.

Vücûdumuzda, bizim haberimiz bile olmadan bir ömür boyu muntazaman cereyan eden öyle hâdiseler, işler vardır ki, bunlar, bugün geliştirilen en modern cihazların yapabildiği işlerle mukâyese dahi edilemez. Meselâ vücuttaki taşımacılık işleri, dolaşım sistemi tarafından yapılmakta, dağıtım ve ulaştırma işleri o kadar mükemmel yürütülmektedir ki, vücut içinde ulaşmadığı bir nokta kalmaz. Gâyet intizamlı ve uyum içinde çalışırlar. Dolaşım sisteminin merkezi kalptir. Kalbin muntazam çalışmasıyla kan, damarlar vâsıtasıyle en ücrâ köşelere kadar ulaşır.
Vücûttaki kanın, hücrelerde lüzumlu gıdâ maddelerini sağlamak, gıdâların enerji hâline gelmesine yarayan oksijeni hücrelere sevk etmek, vücûda dışarıdan girmeye çalışan düşmanlara, hastalık mikroplarına karşı vücûdu korumak, hücrelerde biriken kirli artıkları çeşitli kanallarla dışarı atmak, vücut ısısını ayarlamak gibi çeşitli vazîfeleri vardır. Kalbin pompaladığı kan atardamarlar vâsıtasıyle vücûda dağılır ve kılcal damarlarla dokulara kadar ulaşır.

Böylece kandaki besin ve oksijen lüzûmu kadar dokulara verilmiş olur. Burada besin maddesi “Oksijen” tarafından yakılır. Açığa çıkan enerjiyle vücut makinası çalışır. Bu yanmanın hâsıl ettiği sıcaklık 37°C’dir. Buna karşılık hücrelerde biriken “Artık maddeler” ve “Karbondioksit” toplardamarlarla dışarı atılır. Bu işler muntazaman olmazsa, hücreler gıdâsız ve oksijensiz kalır, hücre faaliyeti neticesinde meydana gelen artık maddeler dışarı atılamaz, her yer çöplük hâlini alır. Görüldüğü gibi herhangi bir sistemdeki bir ârıza birçok rahatsızlıklara sebep olmaktadır.

Vücûda alınan gıdâların enerji hâline gelebilmesi için yakılması gerekir. Bunun için lüzûmlu olan oksijenin alınıp hücrelerdeki “yanma” hâdisesinden sonra karbondioksidin atılması lâzımdır. Oksijen, teneffüs edilen hava ile alınır. Teneffüsle alınan oksijen temiz olmalıdır. Hava burundan girerken, “filtre” vazîfesini gören kıllar vardır.

Akciğerde kanın temizlenmesi için vazîfe gören hava, dışarı çıkarken de nefes borusundaki telleri titreştirmek sûretiyle “Ses”in teşekkülünü temin eder. İçeri giren temiz hava ile dışarı çıkan hava karşılaştıkları hâlde birbirini kirletmiyor ve birbirleri ile karışmıyor.

İnsan vücûdu aynı zamanda muazzam bir laboratuardır. Yalnız nefes alıp vermek bile, muazzam bir kimyevî hâdisedir. Havadan alınan oksijen vücutta yakıldıktan sonra, karbondioksit hâlinde dışarı atılmaktadır. Vücûdun mikrop ve gazlara karşı mühim kapısı, nefes yollarıdır. Ağız ve burun boşluğunu ciğerlere birleştiren 15 santimetrelik hava borusu (trake)nun yukarı ucu gırtlak (hançere)tır. Burada hava borusu ses iplikleri vâsıtasıyla daralmış, bir ince yarık hâline gelmiştir. Toz, balık kılçığı ve tahriş edici gazların tesiriyle kendiliğinden kapanır. İnsan arzu etse de, klor, amonyak ve diğer zehirli gazları teneffüs edemez. Hava borusu göğüs boşluğunda, yarım milimetre inceliğinde, 25 milyon kadar ince kollara ayrılır. Her son kolun ucu kese gibi şişkindir. Bu hava kesecikleri, kollar ucunda üzüm salkımına benzer. Bu hava keseciklerinin hepsine “Akciğer” denir. Akciğerde, kalpten gelen kan damarları da kollara ayrılır. Ayrıla ayrıla nihâyet ciğerde 400 milyon kapiller meydana gelir. Bu kapiller, hava keseciklerini sarar. Gaz basıncından dolayı, kandaki karbondioksit (CO2)in fazlası, hava kesesine ve kesedeki oksijen de kapillere, yâni kana geçer. Bu gaz mübâdelesi bir sâniyede vukû bulur. Bir insanın akciğerlerinden dakikada yatarken 8, otururken 16, yürürken 24, koşarken 50 litre hava geçer.

Kalp, hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Vücut fabrikasının çalışma merkezidir. Kalbin kasılması, yumruk sıkmak gibi, basit bir sıkışma değildir. Kanın hareketi istikâmetinde giderek kalbin ucunda nihâyetlenen bir titreşim dalgası şeklindedir. Sâniyenin altıda biri kadar süren bir aralıkla tekerrür eder. Bu tekerrürler, kalp faaliyetinin nizam ve ahengidir. Her organ, her makina gibi kalp de dinlenmeye ihtiyâç gösterir. Kalp, çalışırken dinlenecek şekilde yaratılmıştır. Her kasılıp gevşedikten sora sâniyenin altıda biri kadar istirahate geçer. Kalbimiz, günde 100.000 defâ çarpar; 100.000 defâ, bir sâniyenin altıda biri kadar zaman istirâhat eder. Yâni günde beş saate yakın dinlenir. Ortalama bir insan ömrü altmış sene kabul edilirse, böyle bir insanın kalbi, 12 sene kadar istirâhatte kalır. Kalp, her çarpışında 100 cm3 kan çekerek, günde damarlara 10.000 litre kan gönderir. Buna göre kalp, her darbesinde, bir kilo ağırlığı yarım metreye kaldıracak kadar iş yapmaktadır. Bir insan, kendi kalbinin kuvvetiyle işlemekte olan bir asansörle, bir saatte yerden bir apartmanın beşinci katına çıkabilecektir. Yani insan kalbi 1/375 beygir kuvvetinde bir motordur. Parmaklar, diğer kolun başparmak hizâsına konursa, nabız atması duyulur. Nabız atması, bize kalbin çarpmasını gösterir.
Nabzın dakikadaki adedi vücûdun kan ihtiyacına tâbidir. İnsanda ortalama dakikada 75’tir. Birkaç aylık çocuk kalbi büyüklerinkinin iki misli çarpar. Kalp, bir otomobil gibi olmayıp, bir elektron motoru gibidir. Kanda erimiş tuzlardan biri olan potasyum atomu radyoaktiftir. Bir insanda toplam otuz gram potasyum vardır. Hergün bir milyar elektron neşreder. Kalbin giriş kapısında bir sinir makinası vardır. Bu makina tıpkı bayram yerlerinde çocukların atış tecrübelerinde, mermi hedefe isâbet edince, hedef olan cisimde hareket meydana geldiği gibi, bir elektron isâbetiyle, kalbi harekete getirir.

Kalpten çıkan kan, damarlarla, vücûdun her tarafına dağılır. Bu damarlar çok sağlamdır. Kalbe bağlı epher damarı (aort), yirmi atmosfer basınca mukâvemet eder. Lokomotifler, 10-16 atmosferlik buhar tazyikiyle işlediğinden, yanmaktan korunabildiği taktirde bu damarlarla lokomotif boruları yapılabilecektir. Damarlar, kalpten uzaklaştıkça dallara ayrılır. Yâni incelir. En ince damarlara şa’rî damar (kapiller) denir. Kapiller bir kıldan elli defa daha incedir. İğne kalınlığındaki bir et parçasında bin kapiller vardır. Bir insanda, elli kilo adale bulunduğuna göre, kapiller adedi kolay hesap edilebilir. Her kapiller, ortalama yarım milimetre uzunluğundadır. İnsandaki bütün kapiller uçuca konursa, dünyâyı dört defâ saracak bir boru elde edilir. Her birinin ağız genişliği yanyana getirilirse 60.000 m2 bir satıh meydana gelir. Aorttan ve bütün kapillerden aynı zamanda geçen kan miktarı eşittir. Çünkü, aorttaki kan birkaç metre süratle aktığı hâlde etrafta sürat azalarak, kapillerde hemen hemen sıfır olur. Kan, yarım milimetre uzunluğundaki kapillerden bir sâniyede geçer. Bu bir sâniye içinde gaz mübâdelesi vukû bulur. Kan, kalp içinden 1,5 sâniyede geçer. 5-7 sâniyede ciğerleri dolaşır. Beyni 5 sâniyede, elleri, ayakları 18 sâniyede dolaşır. Bir kan hücresi, yirmi dört saatte, 3000 defâ kalpten vücûda gönderilir. İş esnâsında veya ateşli hastalıklarda, kalbin çarpma kuvveti azalınca, kan sürati iki misline kadar artar.

Bir insanda beş-altı litre kan bulunur. Kanının üçte biri giden kimse tehlikesiz yaşayabilir. Kan suyuna plazma denir. Plazma içinde alyuvarlar (eritrosit; hemati) ve akyuvarlar (lökosit) yüzer. Bundan başka fibrinojen denilen azotlu bir madde, erimiş hâlde bulunur. Kesilen yerden çıkan kandaki fibrinojen, iplikler hâlinde pıhtılaşır. Bu pıhtıya fibrin denir. Fibrin, kan akmasını durdurur. Fibrin çökelirken, kandaki alyuvarlar da, pıhtı içine çökelir. Bir milimetreküp kanda, 5 milyon hemati vardır. Alyuvarlar oksijen nakli ile görevlidir. Bu alyuvarlar kemik iliğinden hâsıl olur. Otuz-kırk gün çalıştıktan sonra, ihtiyar olurlar. İhtiyar eritrositleri, dalak, kandan alarak öldürür. Lökositler, kanın polis memurları gibidir. Sağlam bir insanın bir milimetreküp kanında 6000 ile 8000 arası lökosit vardır. Vücûda mikrop girince sayıları artar. Vücûda girmeyi başaran düşman mikroplarını zararsız hâle getirirler. Hastalık mikroplarının zehirli ve öldürücü tesirlerine karşı, imhâ edici salgılarla vücûda mukâvemet kazandırırlar. Bir damla kandaki lökosit sayısından, vücutta mikrop kavgası olup olmadığı anlaşılır.
Akyuvarlar da kemik iliğinden meydana gelir. Bunların lenfosit denilen çeşitleri, lenfa bezlerinde hâsıl olur. Hastalığın cinsine göre lökosit ve lenfosit artışları başka başkadır. Bir yarada bulunan irin, akyuvar ölülerinin yığınıdır. Bunlar mikrop savaşında ölmüştür. İçinde akyuvar bulunup, alyuvar bulunmadığı için sarı renk alan lenf sistemi, vücûda giren mikropları lenf düğümlerinde tutarak zararsız hâle getirir. Lenf düğümleri akyuvar îmâl eder. Ayrıca ikinci bir bakteri hücûmuna karşı koymasına yardımcı olan bâzı proteinler îmâl eder. Aynı zamanda sindirilen yağları toplar, damarlara ulaştırır. Kanda bunun gibi çeşitli hayâtî faaliyetler cereyan etmekte, kimyevî hâdiseler vukû bulmaktadır.

Kanın içinde al ve akyuvarlardan başka kanın pıhtılaşmasında görev alan “trombositler” de mevcuttur. Bir milimetreküp kanda 200.000-300.000 kadar “trombosit” denen, çok küçük tânecikler vardır. Bunlar da kemik iliğinde hâsıl olur. Trombositler kan çıkan yerde yığılarak, kanın pıhtılaşmasını kolaylaştırır. Kanın ömrü 102 gündür. Yâni 102 gün sonra, insanın kanı tamâmen değişir.

Sindirim sistemi, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan yiyecek ve içecekler, mîde ve barsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra vücûda faydalı kısmı ince barsaklarda süzülerek kana karışır. Gıdâların “posa” kısmı kalın barsak vâsıtasıyle, kan ve hücrelerdeki gıdâ artıkları ve vücûda zararlı maddelerse böbrekler vâsıtasıyle süzülerek dışarı atılır. Bu muazzam işlem, otomatik olarak ve çok düzenli bir şekilde yapılır. Bu iki temizleme vâsıtası olmasaydı, vücût pislik içinde kalır, uzuvlar zehirlenir, üstelik yeni gıdâ alma imkânı da olmazdı.

Vücûdun en büyük bezi olan “karaciğer”, 400’den fazla vazîfesi bulunan bir fabrika, bir erzak deposudur. İnce barsakta emilerek kana karışan “gıdâlar”, “vitaminler” karaciğerde “depo” edilir. İhtiyaç hâlinde, vücûda yarayışlı hâle getirilerek, lâzım olan yerlere gönderilir.

Sindirim sisteminin kapıcısı durumunda olan “dil” ağızdaki lokmaları çevirerek sindirime yardımcı olur, tad alır ve konuşurken telâffuzda kullanılır. Cenâb-ı Hakkın dilde yarattığı husûsiyetlerle gıdâların tadları bilinmekte, zararlı, faydalı ayrılmaktadır. Gıdâların kokuları dildeki tad alma husûsiyetini artırmakta ve “iştah” meydana getirmektedir. Bu iştah sâyesinde gıdâ alma işi külfet değil, bir lezzet olmaktadır.

Organların hareketi “kaslar” sayesinde olmaktadır. Sinirler kasları, kaslar da uzuvları harekete geçirmektedir. Kasılma esnâsında harcanan enerji, kaslarda depo hâlinde bulunan glikozdan temin edilmektedir. Oksijen azaldıkça kasta laktik asit çoğalır. Laktik asitin çoğalması kasın “yorulması” demektir. Dinlenirken aldığımız oksijenin laktik asitle birleşmesinden meydana gelen enerji, kas hücrelerinde depolanır. Ölen kimsenin kaskatı kesilmesi oksijensizlikten, yâni ölüm hâlinde kaslarda fazla miktarda “laktik asit” birikmesindendir.

Dışarıdan gelen darbelere reaksiyon gösteren iskelet kaslarından başka, isteğimiz dışında çalışan “düz kaslar”da vardır. Meselâ mîde ve barsak kasları düz kaslardandır. Kalp kası çizgili kas olmasına rağmen isteğimiz dışında çalışır. Eklem kasları gibi isteğimizle çalışsaydı, ufak bir ihmâl neticesinde kalbimiz duruverirdi. Uyurken çalıştıracak birisine ihtiyâç olurdu.
Habersizce ayağımıza bir diken batsa, vücûdumuzu saran telefon şebekesine benzer sinir sistemi sâyesinde haberdar oluruz. Bu sistem, beyin, omurilik ve sinirlerden meydana geliyor. Beyin, beş duyu faaliyetinin merkezidir. Hâfıza, zekâ, bilgi, düşünme gibi hareketler beyin tarafından idâre edilir. Beyin aynı zamanda uzuvların ve kasların muntazam çalışmasını sağlar. Beynin altındaki omurilik soğanı, solunum, boşaltım, dolaşım gibi hayâtî faaliyetleri idâre eder. Omurilik, refleks hareketleri, iç uzuvların ve salgı bezlerinin faaliyetlerini idâre eder. Bir ikâzın, “nöron” denilen sinir hücreleri tarafından teşekkülü, elektrik akımına benzer. Felç hâlinde sinir sisteminde bozukluk olduğu için, uzuvlar isteğimizle hareket etmez.

Vücuttaki kemikler, en hassas ölçüler içinde irili ufaklı yaratılmıştır. Kemikler, vücûda dayanak sağlar. Çeşitli uzuvları korur, kasların irtibatını sağlar, vücûdun hareketi için lüzûmludur. Otuz üç omurdan meydana gelen omurga, vücûdun ana direğidir. “Omurga” aynı zamanda omuriliğin zedelenmesine mâni olur. Omurilik zedelenirse felç ve sakatlık meydana gelir. Bu bakımdan Allahü teâlâ, onu, üç tabaka sağlam zarlar içinde muhâfaza etmiş, en dışını da kolay kolay tahrip olmayan omurga ile kapatmıştır.

İnsan yürüdükçe birbirine sürten omurların aşınmaması için conta vazîfesini gören “kıkırdaklar” mevcuttur. Vücûdun taşınması gibi mühim bir vazîfesi bulunan kemikler, sağlam olduğu kadar, elâstikiyet sağlayacak şekilde yaratılmıştır.

El, kol, bacak ve parmak gibi kemikler eklemler sâyesinde oynar, hareket eder. Her eklemin hareket kâbiliyeti, o uzvun ihtiyâcı nispetinde yaratılmıştır. Omuz eklemiyle dirsek eklemi aynı değildir.

Vücûdumuzu örten “deri” dokunma, vücut sıcaklığını koruma, vücûdu dış tesirlerden koruma, soğuk ve sıcaktan koruma gibi vazîfeler görmektedir. Deride kıl ve tırnaklar vardır. Sakal, kaş ve saçlar aynı keratin dokusundan meydana geldiği hâlde kaşlar, belli bir boydan fazla uzamazlar. Kirpiklerimiz devamlı uzasaydı görmemiz zorlaşır, her zaman bunları kısaltmak îcâb ederdi. Canlı hücrelerden cansız kıllar meydana getiren Rabbimiz sonsuz hikmet sâhibidir. Eğer bu kıllar canlı olsaydı traş olurken çok acı duyardık. Kezâ, tırnaklarımız da öyledir.
Ayrıca vücutta bulunan “salgı bezleri”nin de birçok fonksiyonları vardır. Vücûdun düzenli çalışamamasından dolayı hastalıklar meydana gelir. Meselâ “hipofiz bezi” kan kaybını önler, büyüme hormonu salgılar, hücrelerin büyümesine ve çoğalmasına tesir eder. Vücûtta su dengesini korur. Düzenli çalışmaz, fazla hormon salgılarsa devlik hastalığı, az salgılarsa cücelik meydana gelir.

İnsan vücûdunda her türlü ve çok karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü türlü kimyevî reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları tâmir eden, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi; mükemmel bir elektrik ağı, manivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme tesisatı, optik, ses alma basınç yapma ve ayarlama tertibatı; mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi de mevcuttur.

Eskiden Avrupalılar, “Bir insan vücûdunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için bir insan vücûdunun kıymeti beş-on liradan ibârettir.” derlerdi. Bugün Amerika üniversitelerinde yapılan hesaplar insanın vücûdunda durmadan meydana gelen kıymetli hormon ve enzimlerle birçok organik preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Bir Amerikalı profesör, “Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmaya kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar, bunu yapmaya kâfi gelmez.” demiştir.

İnsan vücûdu muazzam incelikle ve hassas yaratılmıştır. Bununla birlikte çok sağlamdır. Her türlü iklime dayanır. Açlığa, aşırı üzüntülere ve yorgunluklara karşı da dayanıklıdır.
İnsan bedeni doğumundan îtibâren değişikliğe uğrayarak gelişir. Kırk yaşındaki insanın eti, yağı, derisi, kemikleri başkadır. Çocukluğunda bulunanlar başkadır. Fakat o, hep aynı insandır. Çünkü insan, rûh demektir. Beden değişiyor ise de rûh değişmez. İnsanın parmak izi de hiç değişmez. Hiçbir insanın parmak izi başkasının parmak izine benzemez. Bir insanın parmak uçlarındaki çizgilerin şekli, doğmadan önce, rûh bedene bağlandığı sıralarda teşekkül eder. İnsan ölüp, çürüyünceye kadar hiç değişmez. 5000 yıllık mumyalarda aynen kaldıkları görülmüştür. Parmak ucundaki çizgilerden herbiri, yanyana dizilmiş deliklerden meydana gelmiştir. Her delikçikten ter sızmaktadır. İnsan birşeyi tutunca sızan ter o şey üzerinde çizgilerin şekli gibi yapışıp kalır. Teri boyayan bir ilâç sürülünce, o kimsenin parmak izi, o şey üzerinde görülür.

İnsanda, bütün bu maddî mükemmelliğin yanısıra anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, mânevî kudretler de bulunur. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkânsızdır.

Bunlar, Yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermektedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerlerinde; “Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!” buyuruyor.

Hadîs-i şerîfte de; “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyuruldu. O hâlde kendimizi, yaratılış gâyemizi bilmemiz lâzımdır.