Allahü teâlâ, insanları, birbirine muhtaç şekilde yarattığı için toplu olarak yaşamaktadırlar. İnsanlar bir araya gelince, açıkgözler, başkasının hakkına saldırıp, birbirlerine zulmedebilirler. Çünkü her insanda bulunan nefis, kendi isteklerine kavuşmak ister ve kendine tatlı geleni almaya uğraşır. Aynı şeyleri isteyenler ise, birbirleri ile çekişmeye başlar. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, kuvvetli bir hâkim lâzımdır. Bu hâkim ise, adâlettir. Meselâ alışveriş yaparken, herkes kendi yaptığının daha kıymetli ve doğru olduğunu söyler. Alışveriş dahil her işte, yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini, adâlet ile ölçmek lâzımdır.
İbâdetlerin çeşitleri vardır. Bunlardan bir kısmı, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdette kusûr edenleri belki affedebilir. Başkasının hakkına riâyet etmek de ibâdettir. Başkalarına fenâlık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sâhipleri affetmedikçe, Allahü teâlâ asla affetmez. Başkasının hakkına tecâvüz ise, zulümdür. Hadis-i şerifte;
(Zulme mâni olarak, zâlime de mazlûma da yardım ediniz!) buyurulmuştur.

ADALETİN SINIRINI AŞMAK!..
Adâletin sınırını aşmaya, başkasının hakkına tecâvüz etmeye ve başkasının mâlına, cânına, nâmûsuna zarar vermeye, zulüm denir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere zâlim denir. Müslümân, hangi dinden olursa olsun, hiç kimsenin hakkına tecâvüz etmez.
Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fakat bu hakkını kullanırken, başkasının hakkına dokunursa, bu kullanması sınırlanır. Bir insan, her istediğini, her dilediğini yapamaz. Çünkü her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya mahsûstur ve yalnız Onun hakkıdır. Kulun kendi dilediğini yapması, günâh işlemesi, Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur. Ali bin Meymûn hazretleri, talebelerinden birisini başkasının mülkü olan duvar üzerinde ceviz kırarken görünce;
“Sen öyle ceviz kırarken duvarın toprakları döküldüğünden başkasının malına zarar vermektesin. Bu da kul hakkına girer” buyurmuştur.
Vaktiyle sâlihlerden birisi vefât eder. Cenâzesini sabahleyin kaldırmalarına rağmen, çok kalabalık olduğundan, ancak ikindiden sonra defnedebilirler. O beldenin sâlihlerinden birisi, defnedilen zâtı rüyâsında görür ve ne hâlde olduğunu sorar. O da;
“Allahü teâlâ beni af ve mağfiret eyledi. Pekçok ihsânlarda bulundu. Fakat çok çetin hesap verdim. Çünkü bir gün oruçlu idim. Bir arkadaşımın ambarının önünde oturuyordum. İftar zamânı gelince o anbardan bir buğday tânesi alıp, ikiye böldüm. Tam yiyeceğim sırada, benim olmadığını düşünerek, iki parça buğdayı tekrar yerine koydum. Bu sebeple, kırdığım o bir buğday tânesi yüzünden sevaplarımdan alıp, o buğdayın sâhibine verdiler” cevabını verir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:

“KUL HAKKINA ÇOK DİKKAT ET!”
“Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamaya, hakkı olanları ödemeye, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâketle, yumuşaklıkla haktan kurtulmak mümkün olur. Fakat, âhirette, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok güçtür, çâresi bulunmaz.”
Müslümân, iyi insan demek olup herkese iyilik eder. Gayr-i müslimlerin de mallarına, canlarına, ırzlarına, nâmûslarına saldırmaz. Kimseye hile, hıyânet yapmaz, münâkaşa etmez. Herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Din bilgilerini ve fen bilgilerini iyi öğrenir. Çocuklarına, tanıdıklarına da öğretir. Gıybet, dedikodu yapmaz. Hep faydalı şeyler söyler. Helâl kazanır ve kimsenin hakkına dokunmaz. Böyle olan Müslümânı Allahü teâlâ da sever, kullar da sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar.
Netice olarak, gayr-i müslim de olsa, kimsenin hakkına tecâvüz etmemeli, kul ve hayvan hakkına çok riâyet etmeli, zâlim olmamalıdır. Ahmed bin Mesrûk hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Müminlerin hakkına saygı, Allahü teâlânın hakkına saygıdandır.”