Târîhin her devrinde, dürlü kanı taşıyan, dürlü dil konuşan, başka başka âdet ve an’anelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inanç veyâ fikr etrâfında toplanıp, birer imperatorluk kurduklarını görüyoruz.

Böyle kurulan imperatorluk veyâ devletlerin en büyüğüne, en güzeline orta çağ­da rastlıyoruz. Hiç bozulmamış, değişdirilmemiş biricik din olan islâm dîninin gü­zel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşidli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleşdiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakda tutan temel, Hak teâlânın emr etdiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esâsları idi. Osmânlı türk­lerini, Sakarya kenârından, kısa bir zemânda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sul­tân Osmânın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâ­mül etdiren ışıklı yolu idi. Çünki, islâmiyyetde müslimânlar birbirinin kardeşidir.

Hıristiyan Avrupanın tek kal’ası Fransa kapılarını zorlamağa giden Attilâ [Hic­retden (168) yıl önce öldü] idâresindeki Tûran Hunları, herhangibir hak dîne mensub olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, haz­ret-i Ömerin “radıyallahü anh” ordusundaki adâlete, şefkate hayrân olup, seve se­ve müslimân olan Şâm hıristiyanları gibi, papasların baskısından, kralların işken­cesinden usanmış olan batı hıristiyanları da, onlara âğuşlarını açmaz mı idi ve bu günkü Avrupanın din çehresi ne olurdu?

Emevîler, islâm dînini, İspanyadan, Avrupaya sokdu. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, batıya ilm ve fen ışıklarını saldı. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin temelini koydu. Dünyâ yüzündeki ilk üniversitenin, Fasın Fez şehrinde bulunan Kureviyyin üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 244 [m. 859] yılında kurulmuşdur.

(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, (Endülüs sultânı üçüncü Abdürrahmân “rahme­tullahi teâlâ aleyh”, memleketini genişletdi. Kuvvetlendirdi. Fasda hükûmet sü­ren İdrîsîleri, Fâtımîlere karşı destekledi. Bunları hükmü altına aldı. Mükemmel donanma da yapdı. Kendisi ve adamları ilm ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve il­me çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüsde ilm ve fen çok ilerledi. Serâyı ve dev­let dâireleri birer ilm kaynağı oldu. Her memleketden ilm öğrenmek için Kurtu­baya akın akın toplandılar. Kurtubada büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kur­du. Avrupada ilk yapılan tıb fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için Kurtubaya gelir, gördükleri medeniyyete, güzel ahlâka, müsâfirperver­liğe hayrân kalırlardı. Altıyüzbin kitâb bulunan bir kütübhâne de yapdırdı. Kur­tubadan üç sâatlik mesâfedeki (Vâdi-yül-kebîr) kenârında, (Ezzehrâ) isminde pek büyük ve ince san’atlarla dolu bir serây ile mükemmel bağçeler ve büyük bir câmi’ yapdırdı. Kurtubada çok sayıda derin âlimler yetişdi. Endülüsdeki (BenîÜmeyye) halîfelerinin sekizincisi olan Abdürrahmân-ı sâlis, elli sene adâlet ile hükm sürüp, 350 [m. 961] senesinde yetmiş iki yaşında vefât etdi).

Fekat sonra, islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emrlerini bırakdıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i’tikâdını bozarak, islâmiyyeti içerden yıkmak alçaklığı başladığından, Pirene dağlarını aşamadılar. 423 [m. 1031] de Ümeyye devleti çökdü. Bunlardan sonra Endülüse, önce (Mülessimîn) veyâ (Murâbitîn) denilen devlet, bundan sonra da, (Muvahhidîn) devleti hâkim oldu. Fekat İspanyollar, 897 [m. 1492] de, Gırnata şehrini de alıp müslimânları öldürdüler. Sözde müslimân olup da, Allahü teâlânın emrlerine uymamanın cezâsını buldular. İspanya fâci’ası olmasaydı, fel­sefeci İbnürrüşdün ve İbni Hazmın bozuk fikrleri, belki din ve îmân hâlini alıp dün­yâya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydâna çıkacakdı.

O hâlde, beşeriyyeti ızdırâbdan, felâketden kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, islâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğul­ları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuşdur. Bun­lar, islâm ilmlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tutdular. Fekat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da islâmiyyet gevşemeğe başladı. Devlet reîslerini şehîd et­diler. Birçok işletmeler, din câhillerinin, mason uşaklarının baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emr etdiği gibi sevişmeği, çalışmağı bırakdılar. Masonlar, müsli­mânların geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetişdirilerek, islâmiyyeti içden yıkmağa başladılar. Bir tarafdan, ilm, fen yok edildi. Bir tarafdan da, ahlâk, edeb, hayâ ve din bozuldu. İmperatorluk çök­dü. Hâlbuki, islâmiyyet, tecribî ilmleri, fenni, san’ati, endüstriyi, ehemmiyyet ile emr etmekdedir.

İşte bu devletlerde de din mütehassıslarının bildirdiği belli sebeblerden dola­yı, i’tikâd bozulup, islâmiyyete bağlılık gevşedikçe, duraklama, gerileme başladı. Nihâyet yok oldular. (Eş-şer’u tahtesseyf) hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, is­lâm güneşi batarak yeryüzü bugünkü hâlini aldı.

Attilânın büyük imperatorluğu da, islâm dîni geldikden sonra olsaydı ve islâm dîninin getirdiği adâlet duygusu ile bezenmiş olsaydı, onun ölümünden kısa bir ze­mân sonra, parçalanmaz, yıkılıp gitmezdi.

Büyük Selçuklu hükümdârı Muhammed Alb Arslanın “rahmetullahi teâlâ aleyh” [463] hicrî ve [1071] mîlâdî yılında, Malazgirdde rum imperatoru Diojen idâ­resindeki ikiyüzbinden ziyâde orduya karşı, kırkbin kahramân ile kazandığı zafer­den sonra, Anadoluya gelip yerleşen ve batı türkleri diye anılan, biz oğuz türkle­rini, hıristiyan Avrupalılar, çok kerre, haçlı rûhu ile birleşerek, Anadoludan çıkar­mak için saldırdıkları hâlde, yirminci asrda [14. cü hicrî asrda], büyük bir müsli­mân türk milleti hâlinde ayakda tutan, yaşatan en büyük kuvvetin, milletin kalbin­de bulunan sağlam îmânı olduğunda kimin şübhesi vardır?

Onbirinci asr [Hicrî beşinci asr] içinde, türklerin üç büyük dalga hâlinde, üç is­tikâmetde, yayılma hareketini biliyoruz:

Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer türk boylarının, Hin­distâna olan yayılmalarıdır ki, buralara islâm dînini ve medeniyyetini de götürdü­ler. Bugün Hindistânda yüzmilyonu aşan bir müslimân topluluğunun bulunması, bu yayılma hareketinin bir netîcesidir. Osmânlı donanması 940 [m. 1533] de Hin­distâna gitdi. Beş sene sonra Ciddeye avdet etdi.

İkincisi, Oğuz türklerinin, Îrândan geçerek, Malazgird zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadoluyu fethidir. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gel­miş idi. Bugün, aradan asrlar geçdiği hâlde, ancak müslimân olarak kalışları sâye­sinde, yine Anadoluda oturuyor ve dünyâ siyâsetine karışıyor.

Üçüncü yayılma hareketi, Karadenizin şimâlinden, Balkanlara doğru oldu. İç­lerinde bir kısm Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman türkleri, Balkan yarıma­dasına yerleşdi. Ne yazık ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişdi. Etrâf­larını saran hıristiyan devletlerin tazyîki ile, kısa zemânda kendiliklerini unutdu­lar. An’anelerini gayb etdiler. Eridiler, yok oldular. Hindistânda, Anadoluda ve baş­ka yerlerde, bugün yaşamakda olan soydaşları gibi olamadılar. Bunlar niçin yaşı­yamadı? Bunlardan kim ve ne kaldı? Bu, niçin böyle oldu?

Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmândır ve islâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik ve doğ­ruluk ve fedakârlık kudretidir.

[Batının inanç, örf ve âdet, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet değildir. Müslimân milletin bünyesinde tahrîbât yapmakdır].

Osmânlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıraların­da, sultân ikinci Mahmûd hân zemânında, Fener Patrikhânesinin kapısında asılan, 1237 [m. 1821] Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı Aleksandra yazdığı mektûbu açıklamakdadır. Mektûb ibret vericidir:

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünki Türkler, müs­limân oldukları için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ gös­termelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına [devlet adamlarına, ku­mandanlarına, büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir.

Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idâre edecek reîslere sâ­hib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ’at duyguları da an’anelerine olan merbû­tiyyetlerinden (bağlılıklarından), ahlâklarının salâbetinden gelmekdedir.

Türklerde evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî râbıtalarını (bağlarını) kesr etmek (parçalamak), dînî metânetlerini (sağlamlığını) zâ’fa uğratmak (zayıflatmak) îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-i milliyye (millî geleneklerine) ve ma’neviyyelerine uymayan hâricî fikrler ve hareketlere alışdırmakdır.

Ma’neviyyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asl kudretleri sarsı­lacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeb­le Osmânlı Devletini tasfiye için mücerred olarak harb meydânlarındaki zaferler kâfî değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vekârını tah­rîk edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebeb olabilir.

Yapılacak olan, Türklere birşey his etdirmeden, bünyelerindeki tahrîbi te­mâmlamakdır.” Bu mektûb ders kitâblarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûsdur:

1 — Türklerin ma’neviyyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikr ve âdetlere alışdırmak,

2 — Türklere his etdirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı temâmlamakdır. Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf ve âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd et­dirmekle ulaşılır.

Batının ilm, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzım­dır. Zâten islâmiyyet bunu emr eder. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu ha-dîs-i şerîfler haber vermekdedir. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anh” diyor ki, (Resû­lullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana yehûdî dilini öğrenmeği emr eyledi. Öğren­dim. Yehûdîlere gönderilen mektûbların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen mektûbları bana okuturdu). Bu haber, Tirmizîde uzun yazılıdır. Zeyd, böylece ib­rânî ve süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm efendi, mü­kemmel arabî, fârisî konuşduğu hâlde, (Yabancı dil bilseydim, bütün dünyâya fâide­li olurdum) derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. (İslâm dî­ninin üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyyete, fende ve ah­lâkda ilerlemeğe ışık tutduğunu dünyâya bildirmek için, kısacası, islâmiyyete ve bü­tün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır) derdi.

Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilm adamlarından Lord Davenport, yirminci asr başlarında Londrada basdırdığı, (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı ke­rîm) adındaki ingilizce kitâbında diyor ki:  

Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslimânlığın az zemânda sür’atle ya­yılmasına sebeb olmuşdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan baş­ka din adamlarını, dâimâ afv ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki, müslimânların hı­ristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü’minlere revâ gördüğü mu’âmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, [980] hicrî ve [1572] mîlâdî yılı Ağustosun yirmidördüncü günü, ya’nî Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve kraliçe Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. Sent Bar­telemi, oniki havârîden biri olup, mîlâdî [71] yılında, Ağustos ayında hıristiyanlı­ğı neşr ederken Erzurumda şehîd edilmişdi. Böyle nice işkencelerde dökülen hıris­tiyan kanları, müslimânların harb meydânlarında dökdükleri hıristiyan kanların­dan katkat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, islâmiyyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yok­dur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslimân­ların, gayrı müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yu­muşak olmuşdur. İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfeler ve şübheler bataklığı orta­sında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuşdur.

Milton der ki, (Kostantin kiliseyi zenginleşdirince, papaslar makâm ve servet hırsını artdırdı. Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekdi).

İslâmiyyet, ilâhlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kur­tardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sos­yal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyâya kolayca yayıldı. İlm da’vâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet gelmemişdir denilebilir. Hazret-i Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” pekçok hadîsleri, samîmî bir ilm teşvîkcisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, ilme mal­dan dahâ çok kıymet vermişdir. Hazret-i Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalışmışlardır.

Bugünkü fennin ve medeniyyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiy­yâtın koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmânlılar zemânındaki müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olmuşdur.

Buraya kadar ba’zı parçalarını yazdığımız ingilizce kitâb, misyonerler ve yehû­dîler tarafından piyasadan alınarak, yok edilmek istenmişdir. İlk misyoner teşki­lâtı olan Cizvit cem’iyyetleri 918 [m. 1512] de teşekkül etmişdir.

EK: İslâm hukûkunu inceliyenler, islâmiyyetde sosyal adâlete, eşitliğe, hak ve hürriyyete verilen önemi görerek hayrân kalıyorlar. İslâmiyyetin, insan hakları ve mülkiyyet hakkı üzerinde nasıl bir titizlik gösterdiğini ortaya koymak için, (Me­celle)den birkaç maddeyi aşağıya yazmağı uygun görüyoruz:

1192 — Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fekat, başkasının hakkına doku­nursa, bu kullanması sınırlanır. Meselâ, islâmiyyetde kat mülkiyyeti vardır. Fekat, üst kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı var­dır. Birisi, ötekinin izni olmadıkca, kendi katını yıkamaz.

1194 — Bir arsaya sâhib olan, üstündeki boşluğa ve toprağın içine de mâlik olur. İstediği kadar yüksek binâ ve derin kuyu yapabilir.

1196 — Bir kimsenin bağçesindeki ağacın dalları komşusunun hânesi veyâ bağ­çesi üzerine uzanmış olsa, o dalları bağlayarak geri çekdirmeğe veyâ kesdirmeğe komşusunun hakkı vardır. Fekat, ağacın gölgesi komşusunun bağçesindeki sebze­lere zarâr veriyor diyerek kesdiremez. Âtıf beğ 1330 [m. 1912] baskılı şerhinde, bu maddeyi şerh ederken diyor ki, (Komşusu, ağacın sâhibine veyâ hâkime mürâce­at ederek geri çekdirir veyâ kesdirir. Komşusu, bunlara mürâceat etmiyerek, bağ­çesine uzanmış olanları kendi de kesebilir. Bağçesine uzanmamış mahalden kesip zarâra sebeb olursa, zarârı ağaç sâhibine tazmîn eder, öder. Bağlıyarak çekdirme­si mümkin olan dalları, mürâceat etmeden keserse, yine zarârı tazmîn eder. Ağaç sâhibine mürâceat edip de, dallarını, çekmediği takdirde, bağçe sâhibi kesebile­ceği gibi, kesdirme masrafını da, ağaç sâhibinden istiyebilir).

1200 — Bir evin kanalizasyonundan, komşunun evine sızarak zarâr verirse, ta’mîr etmesi lâzım olur.

1212 — Komşunun su kuyusuna yakın lağım yaparak, kuyu kirlenirse, ta’mîri mümkin olmazsa, lağım oradan kaldırılır.

1216 — Hükûmetin emri ile birinin evi satın alınıp yol yapılabilir. Fekat para-sı verilmedikce evi alınamaz.

1248 — Mülk sâhibi olmak üç yol iledir: Mal birinin mülkü iken, bey’ ve hibe [ve sadaka ve ödünc vermek] gibi bir akd, ya’nî sözleşme ile alanın mülkü olur. Mî­râs ile akd olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmıyan, herkese mubâh olan birşey, ele geçirmekle mülk olur.

1254 — Mubâh olan otları, ağaçları, suları herkes kullanabilir. Kimse yasak ede­mez. Başkasına zarâr verirse, yasak olunur.

1288 — Bir kimsenin dükkânı yanına, başkası dükkân açarak, birincinin işi bozulsa, ikinci dükkân kapatdırılamaz.

1297 — Av, tutanındır. Bir kimse, bir avı vurup düşürdükden sonra, av kalkıp kaçarken, başkası yakalarsa, av yakalıyanın olur.

1308 — Ortak mülkün ta’mîri, hisselere göre ortaklaşa yapılır. Hisse sâhiblerin­den biri yok ise ve ta’mîr edecek olan kimse hâkimden izn alırsa, masrafdan öte­kine düşen payı ondan istiyebilir.

1312 — Bölünebilen bir mülkün ta’mîri için, ortak zorlanamaz. Ta’mîrini iste­mezse, mülkün bölünmesi için, zorlanır.

1321 — Nehrlerin, göllerin, barajların ta’mîrini beyt-ül-mâl, ya’nî devlet yapar. Devletin parası yetişmezse, istifâde edenlerden toplanır.

950 — Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satınalmak hakkına (Şüf’a) denir. Bu hakka mâlik olan kimseye, (Şefî’) denir.

1008 — Şefî’ üç kimse olabilir: Birincisi, satılacak mülkde ortak olandır. İkin­cisi, satılacak mülkde kullanma hakkı olan kimsedir. Üçüncüsü, satılacak mülke bitişik mülkün sâhibidir. Apartman katlarının sâhibleri, birbirlerine bitişik kom­şu demekdir. Bir kimse, mülkü olan binâyı satınca, bir şefî’ bunu işitdiği zemân, şefî’ olduğunu hemen söylemesi, sonra iki şâhid yanında alıcıya ve satıcıya şüf’a hakkını bildirmesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır. Böyle yapın­ca, önce birinci şefî’ satın alır. Başkasına satılamaz. Eğer birinci şefî’ yoksa veyâ satın almak istemezse, ikinci satın alır. İkinci şefî’ de yoksa, üçüncü şefî’a satma­sı lâzımdır. Bu da satın almak istemezse, ilk satılmış olanda kalır.

1017 — Nakl edilebilen şeylerin ve vakf ve mîrî toprak üzerindeki mülklerin sa­tılmasında şüf’a olmak yokdur.

(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (İki odalı bir evin üstü teras katıdır. Sâhibi, bir odayı satmış, sonra ölmüşdür. Vârisler, ikinci odayı başkasına satmışlardır. Teras, iki kişi arasında yarı yarıya ortak olur. Biri ötekinden iznsiz, buraya oda yapamaz. Bir evin on odası birinin, bir odası da başkasının olsa, teras veyâ bağçe, yarı yarı­ya ortak olur). Aynı kitâbda diyor ki, (Bir binânın iki katından herbirinin sâhibi başkadır. Alt kat yıkılsa, bunun sâhibi ta’mîr için zorlanamaz. Üst katın sâhibi, is­terse, aşağı katı ta’mîr eder. Mahkeme karârı ile ta’mîr etdi ise, yapdığı masrafı al­madıkca, kendiliğinden yapdı ise, yapılanın kıymetini almadıkca, aşağının sâhibi evine sokulmaz). (Üst kat sâhibi, aşağı kata zarârlı olmadıkca, üstüne kat yapabi­lir).

(Hadîka)da el âfetlerinde diyor ki, (Başkasının malını ondan iznsiz, zorla alma­ğa, (Gasb etmek) denir. Gasb, harâm olduğu gibi, gasb edilen malı kullanmak da harâmdır. Başkasının malını iznsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayb ve kusûr hâsıl olmasa bile, harâm olur. Kendisine vedî’a olarak emânet bırakılan ve­yâ gasb etdiği malı, parayı ticâretde veyâ başka yerde kullanıp da, bundan kazanc sağlamak câiz değildir. Kazandığı şey harâm olur. Bunu fakîre sadaka vermesi lâ­zım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak harâmdır. Çünki, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyyet vermek harâmdır).

(Fetâvâ-yı Feyziyye)de diyor ki, bir baba, küçük çocuklarının paralarını, ihti­yâcı yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar bâlig olunca, bunu tazmîn etmesini istiyebilirler. Baba muhtâc olsaydı, kullanması câiz olurdu.