Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed Saîd olup, babasının ismi Ebû Saîd'dir. Nesebi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine dayanır. Künyesi Ebü'l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-Evliyâ, evliyânın kandili ve ışığı olup, nisbesi Fârûkî, Müceddidî ve Serhendî'dir. 1802 (H.1217) senesi Ağustos ayında Hindistan'ın Rampûr şehrine bağlı Mustafa-âbâd beldesinde dünyâya geldi.
Ebû Saîd, kıymetli cevher misâli olan bu oğlunu çok güzel terbiye edip yetiştirdi. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberlettirdi. Ebû Saîd, Seyyid Abdullah-ı Dehlevî'nin sohbet ve hizmetlerinde bulunmaktaydı. Ahmed Saîd de babası ile birlikte o büyük velînin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Bu sırada henüz on yaşındaydı. Abdullah-ı Dehlevî, evliyâlık yolundaki istidâd ve kâbiliyetinin fevkalâde olduğunu anladığından, kendisini çok sever ve iltifât ederdi. Terbiyesi ve yetişmesi ile bizzat alâkadâr olup, kendi evlâdı yerinde tutardı. Çok defâ; "İnsanlardan bir çocuk istedim. Şeyh Ebû Saîd'den başkası, çocuğunu yetiştirmem için bana teslim etmedi. Ben de onun çocuğunu (Ahmed Saîd'i) kendi evladım yerinde tutuyorum." buyurmuştur.
Bir cevher misâli olan AhmedSaîd'i, hocası Abdullah-ı Dehlevî o kadar severdi ki, sohbet esnâsında, insanların çokluğundan oturacak yer bulunmadığı zamanlarda bile, onu görünce hemen yanında yer açar, oturtur, ilgilenir ve ona uzun müddet teveccühte bulunurdu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, hocasının yanında mânevî kemâlâta kavuştuktan sonra, onun emir ve işâretleriyle, o zamanda bulunan âlimlerden sarf, nahiv, hadîs, fıkıh, kelâm gibi ilimlerdeki tahsîlini de tamamladı. Böylece, çok ileri bir âlim, olgun ve yüksek bir velî oldu. Devamlı ilim, ibâdet, zikir ve tâat ile meşgûl olur, bir ânını boş ve beyhûde yere harcamazdı. Diğer hocalarından tam bir icâzetle mezun olup hilâfet aldığında, daha yirmi yaşına girmemişti. Otuz iki yaşında iken de Abdullah-ı Dehlevî'den mezun olarak, talebeleri mânevî olarak terbiye edip, yetiştirmek üzere vazîfelendirildi.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bir defâsında buyurdu ki: "Mevlânâ Şeyh Ahmed-i Saîd; ilim, amel ve Kur'ân-ı kerîmi ezberleme bakımından, babası Ebû Saîd'e benzemektedir." Başka bir defâsında ise; "Bu oğlu (Ahmed Saîd), babasından daha fazîletlidir." buyurdu.
Ebû Saîd, hacca gittiğinde, yerine vekil olarak bu oğlunu bıraktı. Babasının vefâtından sonra da yerine geçip vekîli oldu. Hocalarının yolu olan Müceddidiyye yolunu yaymak, bu büyüklerin temiz kalblerinden nehirler misâli gelmekte olan feyz ve bereketleri, Hak âşıklarının kalblerine akıtmak husûsunda çok büyük hizmette bulundu. Talebelerine, başka hocalardan yıllarca, öğrenemeyecekleri hususları, büyük bir mahâretle çok kısa zamanda öğretir, hiçbirini mahrum bırakmazdı. Talebelerine olan şefkat ve merhameti, bir annenin çocuklarına olan şefkatinden az değildi. Onların geçimlerini, maddî ihtiyaçlarını, bizzat kendisi karşılardı. Tefsîr, hadîs, fıkıh, Mektûbât-ı şerîf ve Mesnevî okuturdu.
Delhi'de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdi. 1857 senesinde İngilizler Hindistan'ı işgâl ettiler. Ahmed Saîd çoluk-çocuğu ve sevenleri ile birlikte Delhi şehrinden ayrıldı. Dergâhında talebelerinden Hacı Muhammed'i vekil bıraktı ve Hindistan'da bulunan talebelerim için yerime halîfe olarak, Allahü teâlânın râzı olduğu bir kimse olan Hacı Dost Muhammed'i vekil ettim. Onun teveccühlerine, mânevî nazarlarına yapışılsın ve kıymet verilsin." buyurdu. Dehli'den ayrıldıktan sonra Safder-i Cenk denilen Makberer-i Mansûr'a gitti. Burada İngilizlere karşı ayaklanma olduğu sırada, İngiliz subayı Ahmed Saîd'in yanına gelip; "Sen âsilerdensin. Seni rezîl ve rüsvâ ederek asacağım." dedi. Bu sırada Ahmed Saîd'in yanında birâderleri ve çocukları da vardı. Ahmed Saîd, İngiliz subayına; "Sizinle berâber gideceğimi aklınızdan çıkarın." deyip, hizmetçisine arabayı hazırlamasını söyledi. Hizmetçisi arabayı getirince, yanına zarûrî eşyâlarını alıp, arabaya bindi. Bu hazırlıklar sırasında Ahmed Saîd hazretlerinin hâlindeki asâlet ve vakar İngiliz subayının dikkatini çekti. Arabaya bindiği sırada İngiliz subayına; "Söyleyiniz bizi nereye götürüyorsunuz?" diye sorunca, subayı bir korku hâli kapladı ve askerlerle birlikte hemen oradan ayrıldı. Bir asker ile; "Pîr yerinde kalsın." diye haber gönderdi.
Ahmed Saîd 1857 senesinde Hicaz'a gitmek üzere akrabâsı ve sevenleri ile yola çıktı. Üç aydan fazla Mûsâzî'de kaldı. Daha sonra deniz yoluyla Bombay'a gitti. Nisan (Şâban) ayında Bombay'dan yola çıktı. Haziran (Şevval) ayında Mekke'ye ulaştılar. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra iki oğlu ve bâzı talebeleri ile Medîne'ye gitti. Kâfileden geride kalanlar ise Recep ayında Medîne'ye vardılar. Ahmed Saîd Pencab'dan Medîne-i münevvereye kadar uğradığı beldelerde, devlet adamları ile âlimler sohbetine koştu.
Ahmed Saîd hazretleri Medîne-i münevverede yerleşti. Bu yüksek yolun ince bilgilerini, kalbe ait yüksek mârifetleri ilim ve edeb âşıklarına sunmaya devâm etti. Ömrünün sonuna kadar orada bu hizmeti sürdürdü.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ilim tâlibleri Ahmed Saîd hazretlerinden çok istifâde edip, feyz ve mârifetler elde ettiler. Kendisi bir taraftan talebe yetiştirirken, bir taraftan bu yüksek yolda daha çok ilerlemeye çalışıyordu. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret ettikçe, daha yüksek feyz ve mârifetlere sâhib oldu. Bu sırada kendisine; "Seni ve kıyâmete kadar seni tevessül edenleri (seni vesîle ederek bana duâ edenleri) af ve magfiret eyledim." ilhâmı geldi. Kendisinden önce, üstâdlarının ve dedelerinin seçilmişlerinden sâdece birkaçına nasib olan bu müjdeyi almakla çok sevindi. Allahü teâlâya, O'nun Resûlüne ve bu yolun büyüklerine olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
Ahmed Saîd buyurdu ki:
"Düşünerek, kendinden evvel vefât etmiş olan akrabâ ve dostlarının hâlinden ibret alarak kabir ziyâreti yapmak, katı kalpleri yumuşatmakta pek faydalıdır. Bu sebeple kabir ziyâretini çok yapmak lâzımdır."
Ahmed Sa'îd 1861 (H.1278) senesi Eylül ayının on sekizinde Salı günü öğle ile ikindi arasında vefât etti. Vefâtında, Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mübârek mihrâbının yanında bulunuyordu. Yüksek ceddi hazret-i Ömer'in cenâze namazının kılındığı yerde namazı kılınıp, Bakî' kabristanında defnolundu. Kabri, hazret-i Osman-ı Zinnûreyn'in kabri yakınındadır.
Ahmed Saîd hazretleri çok kıymetli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır: 1) Sa'îd-ül-Beyan fî Mevlid-i Seyyid-il-İnsü vel-Cân, 2) Ez-Zikr-uş-Şerîf fî İsbâtı Mevlid-il-Münif, 3) Isbât-ül-Mevlidi vel-Kıyâm, 4) El-Fevâid-üz-Zabıta fî İsbât-ir-Rabıta, 5) El-Enhâr-ul-Erbe'a, 6) Tahkîk-ül-Hakk-ül-Mübîn fî Ecvibet-il-Mesâil-il-Erbe'in, 7) El-Hakk-ul-Mübîn fî Reddi ale'l-Vehhâbîn, 8) Mektûbât-ı Ahmediyye. Ayrıca bâzı şiirleri vardır. Şiirlerinde Saîd mahlasını kullanmıştır.
MAHZÛN BİR GÖNÜLLE...
Ahmed Saîd hazretlerine, Resûlullah efendimizin kabrinin nasıl ziyâret edileceği sorulduğunda buyurdu ki:
Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı olmayan her şeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl aleyhisselâmdan istimdâd, yardım isteme hâli meydana gelinceye kadar devâm eder.
Dünyâ sevgisi ve nefsin arzu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meşgûl olan bir kalb, Resûlullah efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mahrûmdur. Hattâ o huzurda böyle bir kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzurda bulunmaya layık olmadığını düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resûlullah efendimizin af ve merhametlerinin genişliğinden ümitli olarak, O'nun kabr-i şerîfinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu, ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hâli ve kalbine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryâdan feyz alır. İki cihân saâdetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O'nun sünnet-i seniyyesine uymaya çalışır.
1) Hadîkat-ül-Evliyâ; 1. kısım s.139
2) Makâmât-ı Ahyâr; s.76
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1034,1166, 1171,1174
4) Makâmât-ı Mazhariyye
5) Makâmât-ı Saîdiyye
6) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.190
7) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.232
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.327