Dokuzuncu asrın sonlarında, onuncu asrın başlarında Bağdât'ta ve Mısır'da yaşamış evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed'dir. Künyesi Ebû Ali olup Rodbârî nisbesiyle meşhurdur. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta doğdu. 933 (H.321) senesinde Mısır'da vefât etti. Kabri, Karafe kabristanında Zünnûn-ı Mısrî'nin kabri yakınındadır.
Zamânının ilim ve mârifet merkezlerinden olan Bağdât'ta dünyâya gelen Ebû Ali Rodbârî, küçük yaşından îtibâren ilim öğrenmeye başladı. Âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunarak kendini yetiştirdi. Ebü'l-Abbas bin Süreyc'den fıkıh ilmini tahsîl etti. Hadîs ilmini İbrâhim Hasbî'den öğrendi. Tasavvufa karşı alâka duydu.
Ebû Ali Rodbârî'nin tasavvufa yönelişinin sebebi şöyle nakledilir: Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri
mescidde birisi ile sohbet ediyordu. Bir ara o kimseye; "Ey kardeşim, iyi dinle!" diye îkâzda bulundu. Bu îkâzın kendine yapıldığını kabûl eden Ebû Ali Rodbârî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini dinlemeye başladı. Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbeti o kadar tatlı ve tesirli idi ki, sözleri Ebû Ali Rodbârî'nin gönlünde yer etti. Bundan sonra kendini tasavvuf yoluna verip Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbetlerine devâm etti.
Uzun müddet Cüneyd-i Bağdâdî'nin hizmetinde ve sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Ayrıca, Ebü'l-Hüseyin Nûrî, Ebû Hamza, Mes'ûd er-Remlî, Sa'leb, İbrâhim Ceyzî ve başka zâtların sohbetlerinde bulunup, yüksek ilimlerinden istifâde etti ve feyz aldı. Şam'da Ebû Abdullah Celâ ile görüşüp sohbet etti. Ebû Bekr ed-Dekkâk ile görüştü. Fıkıh ilminde derin âlim, hadîs ilminde hâfız olan Ebû Ali Rodbârî hazretleri, tasavvufta yüksek bir velî oldu. Tasavvufun inceliklerine vâkıf oldu. Mücâhede ve riyâzet yâni nefsinin istediklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle mânevî derecesi git-gide yükseldi. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak onların bu dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için gayret etti. Sohbetlerinde bulunan birçok kimse, yüksek âlim ve evliyâlık derecelerine ulaştı. Muhammed bin Abdullah er-Râzî yetiştirdiği âlimlerdendir. Nasrâbâdî ve Ebû Ali bin Kâtip gibi zâtlar da sohbetlerinde bulundular.
Bütün Bağdâtlılar, Ebû Ali Rodbârî'nin ilimdeki ve tasavvuftaki derecesini anlayıp, etrâfında toplandılar. O, vâz ve nasihatlarıyla insanların saâdeti için gayret etti.
Bütün Bğdâtlılar onun üstünlüğünü bilir, fazîletlerini anlatırlardı. Ebû Ali Kâtib diyor ki: "Ben, İslâmiyeti iyi bilmekte ve tasavvufun yüksek derecelerine kavuşmakta Ebû Ali Rodbârî gibi birisini görmedim."
Bir sohbeti sırasında şöyle buyurdu:
"İnsanlara felâket şu üç yoldan gelir. Hasta tabiat ve mîzac, alışkanlıklara sıkı bağlılık ve kötü arkadaşlık."
"Hasta tabiatla neyi kasdediyorsun?" diye sorulunca;
"Haram yemeyi kasdediyorum." buyurdu.
"Alışkanlıklara sıkı bağlılık ile neyi kasdediyorsun?" diye sorulunca da;
"Harama bakmayı ve gıybet dinlemeyi kasdediyorum." buyurdu.
"İnsana felâket getiren kötü arkadaşlıktan maksad nedir?" diye sorulunca da;
"Nefiste şehvet coşunca ona uymayı, yâni nefisle dostluk yapmayı." diye cevap verdi."
Ebû Ali Rodbârî'ye; "Sofi kimdir?" diye sorulunca; "Nefsinin istek ve arzularına karşı çıkan, ona eziyetin tadını tattıran, dünyâyı arkasına atan ve Muhammed Mustafa'nın sallallahü aleyhi ve sellem yoluna sıkı sarılan kimsedir." buyurdu.
Bir başkası; "Tasavvuf nedir?" diye sorunca da; "Tasavvuf sevgilinin kapısına çökmektir. İsterse kovsun. Tasavvuf, uzaklığın kederlerini, acı tadını tattıktan sonra yakınlığın tadına ermektir. Sâfiyetini saflığını, temizliğini bulmaktır. Biz bu tasavvuf konusunda, kılıcın keskin tarafı gibi bir hadde ulaştık. Azıcık meyl ve sapma göstersek ateşe düşeriz. Bizim bu mezhebimiz yâni tasavvuf yolu, baştan sona ciddiyettir. Ona şaka nâmına bir şey karıştırmayız." buyurdu.
Ebû Ali Rodbârî hazretleri, Allahü teâlâya çok ibâdet ve duâ eder, kendisine ihsân edilen nîmetlerin şükründen âciz olduğunu söyleyerek şöyle niyâzda bulunurdu: "Her âzâm ve organımın bir dili olsa da bununla verdiğin nîmetler için sana hamd ve senâ etsem, bu benim şükrümün ziyâdeleşmesinden çok, senin nîmet ve ihsânının artmasına delâlet ederdi. Zîrâ nîmetine şükretmeyi nasîb etmen de bir nîmettir."
Çok ibâdet ve tâatta bulunan, Allahü teâlâyı hatırlamaktan bir an gâfil olmayan Ebû Ali Rodbârî hazretleri, nefsinin isteklerine karşı çıkar, riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Bu hususta buyurdu ki: "Kalp, rûh ve nefs dışarıdan gelen kötü tesirlerden emin olunca, kalpten hikmet, nefsten hizmet ve ruhtan mükâşefe yâni gizli sırların açılması zuhur eder. Bu üç şeyden sonra da Allahü teâlânın sıfatlarının tecellilerini görme, mânevî sırlarını mütâlaa etme ve O'na âit hakîkatleri anlamak nasîb olur. Söylediklerinizin alâmeti nedir? denilecek olursa deriz ki; sağa sola bakmamak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeylerden kaçınmaktır. Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, kâinâttaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz."
Ebû Ali Rodbârî rahmetullahi aleyh çok cömertti. Dostlara olan ikrâmları fevkalâde idi. Allahü teâlânın rızâsı için, dostlarına verdiği bir yemek ziyâfetinde, birçok kandil yakmıştı. Birisi gelip kendisine; "Bu kadarı da isrâf olmuyor mu?" diye sorunca; "İçeri gir de bak. Allah rızâsı için olmayıp, gösteriş için yanan bir kandil varsa onu söndür." buyurdu. O kimse içeri girip, kandillerin hepsine baktı, herbirinin lüzumlu yerlerde yandığını, hiçbirisinin söndürülecek halde olmadığını gördü.
Kendisi tevâzu sâhibi olan Ebû Ali Rodbârî hazretleri;
"Yükselen ancak tevâzû ile yükselir, alçalan da ancak kibirle alçalır." buyurdu.
Ebû Abdullah-ı Rodbârî Bağdat'ta bulunduğu bir gün Fırat Nehri kenarında yürüyordu. Canı balık çekti. Hemen kıyıya bir balık çıktı. O sırada bir kimse görünüp; "Ben balığı kızartırım." dedi. Kızarttı ve kendisine verdi. Sonra gözden kayboldu.
Zamânındaki âlim ve velîlerle sohbet eden Ebû Ali Rodbârî hazretleri, Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın ve diğer âlim ve velî zâtların hayatlarını okur, insanlara anlatırdı. Bir gün Amr bin Sinân'a, Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî'den bir menkıbe naklet dedi. Amr bin Sinân dedi ki: "Sehl şöyle derdi: Tevekkülün yâni her şeyi Allahü teâlâdan beklemenin, O'na güvenmenin alâmeti üçtür. Kimseden bir şey istememek, dilenmemek, verileni reddetmemek ve ele geçeni biriktirmemektir."
Uzun müddet Bağdât'ta kalıp insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatan ve onların kurtuluşu için çalışan Ebû Abdullah-ı Rodbârî, Mısır'a giderek yerleşti. Onun büyüklüğünü ve şöhretini duyan Mısır halkı etrâfında toplanarak istifâde etmeye çalıştılar.
Bir sohbetinde; "Muhabbetin alâmeti muvâfakat, yâni emredilene uyup, peki demektir. Sevgi, kendini büsbütün sevgiliye hîbe ettiğin için sana senden hiçbir şeyin kalmamasıdır." buyurdu.
Sohbet edilecek ve berâber bulunulacak kimseyle alâkalı olarak; "Ehil olmayan bir kimse ile oturmak; insanı, dar bir zindanda olmaktan daha çok sıkar." buyurdu.
Ebû Ali Rodbârî hazretleri havf, korku ve recâ, ümid arasında bulunur insanların her yaptıkları işte Allahü teâlânın rızâsını kasdetmelerini tavsiye eder, Allahü teâlâdan korkmaları gerektiğini söylerdi. Bu hususta buyurdu ki:
"Havf, Allahü teâlânın azâbından korkmak ve recâ, Allahü teâlânın rahmetinden ümitli olmak, bir kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birden bulunursa, hem kuş, hem de uçuş düzgün ve mükemmel olur. Kanatların birisi bulunmazsa, kuş da, uçuş da noksan olur. Kanatlarının ikisi de bulunmazsa kuş ölüme terkedilmiştir.
"Bir kimsenin Allahü teâlâdan korkmasının hakîkî olduğunun alâmeti, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyden korkmamasıdır."
Tövbe husûsunda; "Tövbe; pişmanlık ve günahı bırakmaktır."
"Affa, mağfirete, müsâmahaya kavuşurum diyerek, günahlardan tövbe etmeyi terk etmek, o günahı işlemekten daha beterdir. Tövbe ve pişmanlıkta Allahü teâlânın hoşnûdluğu vardır." buyurdu.
"Tefekkür nedir?" diye soran birisine ise;
"Tefekkür dört türlü olur: Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzel sanatları, faydaları düşünmek, O'na inanmaya ve sevmeye sebeb olur. O'nun vâd ettiği sevapları düşünmek, ibâdet yapmaya sebeb olur. O'nun haber verdiği azapları düşünmek, O'ndan korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebeb olur. O'nun nîmetlerine, ihsânlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allah'tan hayâ etmeye, utanmaya sebeb olur." diye cevap verdi.
Sabır husûsunda buyurdu ki: "Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede kemâl yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler, Allahü teâlâya muhabbet, O'nun takdirine rızâ ve O'nun nîmetlerine şükür ederek vâsıl olmuşlardır."
"Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acaba niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine, fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçerler?"
Tasavvuf yolunda bulunan bir mürîdin talebenin dikkat etmesi gereke hususları şöyle bildirdi:
"Mürid, Allahü teâlânın kendisi için irâde etmiş olduğu şeyden başkasını, nefsi için irâde etmez. Murâd ise iki cihânda O'ndan başka bir şey irâde etmez.
Hakk'ın irâdesine râzı olan kendi irâdesini terkettiği zaman mürîd olur. Sevenin ve âşıkın kendi irâdesi yoktur ki, murâdı olsun. Hakkı irâde eden, Hakk'ın irâde ettiğinden başka bir şey irâde etmez. Murâdı Hak olanın Hakk'ın murâdından başka murâdı olmaz. Hak bir kimseyi irâde ederse, o kimse Hak'tan başka bir şey irâde etmez. Hakk'ın murâdı olan bir kimsenin murâdı sâdece Hak olur."
Ebû Ali Rodbârî hazretleri yüksek bir evliyâ olduğu halde kerâmet göstermekten çok sakınırdı. En büyük kerâmetin, Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin Sünnet-i seniyyesine uygun olarak yaşamak olduğunu bildirirdi. Bu hususta buyurdu ki: "Hak teâlâ mûcizeleri ve diğer delilleri açıklamayı peygamberler üzerine nasıl emretmişse, yabancıların gözü değmesin, kimse görmesin ve bilmesin diye aynı şekilde evliyâda zuhûr eden halleri, makamları ve kerâmetleri gizlemeyi de velîlere emretmiştir."
Ömrünü İslâm dînini öğrenmek, öğretmek, insanlara anlatıp onların dünyâda ve âhirette kurtuluşa, saâdete ermeleri için çalışan Ebû Ali Rodbârî, Mısır'da bulunduğu sırada rahatsızlandı. Hastalığı sırasında başını kız kardeşiFâtıma'nın dizine koydu. Ölüm hâli yaklaşmıştı. Gözlerini açtı ve; "İşte semâların, göklerin kapıları açıldı. Cennetler de süslenmiş. Birisi de şöyle diyor: Ey Ebû Ali! Her ne kadar senin muradın değil idiyse de, işte biz seni en yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz, buyurdu." Sonra da şu meâldeki şiiri okudu: "Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum. Seni temâşâ edene kadar hiçbir şeye severek bakmadım." Bu sözlerden sonra Kelime-i tevhîd getirerek rûhunu teslim etti ve hakîkî sevgilisine kavuştu. Gerekli techiz ve tekfîn vazîfeleri yerine getirildikten sonra Karâfe kabristanında Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin kabri yakınında defnedildi. Sevenleri tarafından kabri ziyâret edilmektedir.
GİT İŞİNE!
Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor: "Ebû Ali Müştevlî, hocalarından Ebû Yâkûb es-Sûsî'yi ziyâret için Basra'ya gitti. Bir mahalleden geçerken, talebe arkadaşlarından birini gördü. Ona hocalarının bulunduğu yeri sordu. Talebe; "Hocamız falan yerdedir. Yanına vardığın zaman; "Git! İşine gücüne bak." diyecektir. Gelen herkese böyle demek âdetidir." dedi. Ebû Ali Müştevlî, hocasının bulunduğu yere varıp kapısını çaldı. "Gir" diye ses geldi. Ebû Ali içeri girince, hocası: "İnsanların çoğu, yanıma dünyâ meselelerini konuşmak için geliyorlar. Konuşmalarından, hâllerinden çok rahatsız olduğum için, böyle kimselere, "Git! İşine gücüne bak!" diyorum. Sen ise Allah rızâsı için, ilim ve edeb öğrenmek için geldin. Ben sana; "Git! İşine gücüne bak!" demem. Herkese aynı şey söylenmez." buyurup, yanına oturttu. Çok ikrâm ve iltifâtta bulundu."
EVET! CEHENNEM'E KAVUŞTU
Ebû Ali Rodbârî'ye; "Bir kimse günah işler; meselâ çalgı dinler ve bunu dinlemek bana helâldir. Çünkü ben öyle bir dereceye yükseldim ki, günahlar bana zarar vermez, bana tesir etmez, benim kalbim temizdir, sen kalbe bak derse bu kimse hakkında ne dersiniz?" diye soruldu. Cevâbında; "Öyle bir makâma kavuştuğunu söyleyen kavuştu, fakat Cehennem'e kavuştu. Yoksa Cennet'e ve Hakk'a kavuşmadı. Çünkü haram olan şeylerin helal olacağı makam yoktur. Haram olan her makamda haramdır. Her âlim kendi makâmına uygun amel işler. Yükselmeye mâni olan işlerin yanına uğramaz. İşte bir asırdır, âlemde hak ve doğru sûretinde bâtıl işleri yapanlar meşhur oldu."
İKRÂM SÂHİBİNE İKRÂM MI EDİYORSUN
Birgün Ebû Ali Rodbârî'ye bir kimse misâfir gelmişti. Fakat o gün vefât etti. Kefenlenip namazı kılındıktan sonra mezara konuldu. Ebû Ali Rodbârî; "Aziz ve celîl olan Allah, bu kimseye garipliği sebebiyle rahmet etsin." diyerek yüzünü açarak toprağa koymak istedi. Bu sırada vefât eden kimse gözünü açtı ve; "Ey Ebû Ali! İkrâmına nâil olduğum zâtın huzûrunda bana ikrâm mı ediyorsun?" dedi. Ebû Ali Rodbârî; "Efendim ölümden sonra hayat manzarası mı görüyorum?" dedi. O kimse; "Evet ben hayattayım. Aziz ve Celîl olan Allahü teâlâya âşık olan her insan hayattadır, ölmez. Ey Rodbârî, elde ettiğim makamla yarın sana yardımcı olacağım." dedi.
SENDEN ÂFİYET İSTERİM
Ebû Ali Rodbârî, tahâret ve abdest konusunda çok titiz davranırdı. Bâzan vesvese derecesine varan bu titizliği sebebiyle güç durumda kalırdı. Bir defâsında tahâret husûsunda vesveseye kapıldı. Abdest almak için tam on bir kere deniz sâhiline indi. Güneş batıncaya kadar orada kaldığı halde sahîh bir abdest aldığına kalbi kanâat getirmedi. Bu durum sebebiyle göğsü daralıp sıkıldı. Üzüntülü ve incinmiş bir halde ellerini kaldırıp, Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Senden âfiyet ve bu halden kurtulmayı dilerim." diye duâ ve niyâzda bulundu. Gâibden bir ses; "Âfiyet, ilimde ve İslâmiyetin hükümlerine riâyet etmektedir." dedi. Bu sesi işiten Ebû Ali Rodbârî hazretleri kendinde bulunan hâlin vesveseden ibâret olduğunu anlayıp, kalbi rahatladı. Bu rahatlama sebebiyle Allahü teâlâya şükretti.
1) Hilyetü'l-Evliyâ; c.10, s.356
2) Sıfatü's-Safve; c.2, s.293
3) Risâle-i Kuşeyrî; s.170
4) Şezerâtü'z-Zeheb; c.2, s.296
5) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.124
6) Ravdü'r-Reyyâhin; s.121
7) Tabakâtü'ş-Şâfiiyye; c.2, s.99
8) Tabakâtü's-Sûfiyye; s.354
9) Hazînetü'l-Asfiyâ; c.2, s.204
10) Nefehâtü'l-Üns; s.193
11) Tezkiretü'l-Evliyâ; c.2, s.224
12) Firdevsü'l-Mürşidiyye; s.225
13) Târih-i Bağdâd; c.1, s.329
14) Teârruf Şerhi; s.107
15) Tabakâtü'l-Evliyâ; s.50
16) Meşrebü'l-Ervâh; s.180
17) Keşfü'l-Mahcûb Tercümesi; s.261, 358, 380, 428
18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.20, c.17, s.16