Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. İsmi, Asker bin Hüseyin'dir. Ebû Türâb künyesiyle ve Nahşebî nisbesiyle meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 859 (H.245) senesinde Basra civârında vefât etti.

Horasanlı olan Ebû Türâb-ı Nahşebî, zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etti. Aklî ve naklî ilimlerde âlim oldu. Şâfiî mezhebi fıkıh ilminde derin âlim idi. Ahmed bin Hanbel'in ilim meclislerinde bulundu. Hâtim-i Esam ve Ebû Hâtim-i Attâr el-Basrî gibi velîlerin sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından şiddetle kaçındı. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine sıkı sıkıya sarılıp fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi yüksek bir velî oldu. Nefsin istediklerinden kaçarak ve istemediklerini yaparak yüksek tasavvufî derecelere ulaştı. Hamdûn-ı Kassâr, Şâh Şücâ Kirmânî, Ali bin Sehl İsfehânî, Ebû Hamza Horasânî, Ahmed bin Hadreveyh, Ebû Ubeyd Busrî, Hâkim Tirmizî ve İbn-i Cellâ gibi zâtlar onun sohbetlerinde yetiştiler.

Ebû Türâb-ı Nahşebî'nin ilim ve fazîletteki üstünlüğünü işiten insanlar onun gittiği yerlerde etrafına toplanarak sohbetlerinden, hikmetli ve tesirli sözlerinden istifâde ettiler.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri bir sohbeti sırasında;

"Allahü teâlânın ahkâmını bilmeyen kimse, Allah'ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle mârifetin esâsına erer. Rabbini bilirse, O'nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur." buyurdu.

Ebû Türâb-ı Nahşebî'ye büyük günahlar hakkında sordular. Buyurdu ki: "Hak teâlânın bildirdiği büyük günâhlar şunlardır: Boş iddiâlar, bâtıl işâretler, gelişi güzel sözler, boş laflar gibi nefsin hevâsı olan meselelerdir.

Pekçok yerleri dolaşan Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri gittiği yerlerdeki âlim ve velîlerle görüşüp sohbet etti. Şakîk-i Belhî ile karşılaşıp onunla birlikte Bâyezîd-i Bistâmî'yi ziyâret etti. Bu ziyâret sırasında kendileri için bir sofra hazırlanmıştı.

Şakîk ile Ebû Türâb, Bâyezîd'e hizmet eden bir gence; "Delikanlı gel, yemeği berâber yiyelim." dediler. Genç; "Ben orucum." dedi. Ebû Türâb; "Gel bizimle ye, bir ay oruç tutmuş kadar sevap alırsın." dedi. Fakat genç bu teklifi kabûl etmedi. Sonra Şakîk; "Gel bizimle ye bir sene oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın." dedi. Fakat genç bunu da kabûl etmedi. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî; "Allahü teâlânın rızâsından uzaklaşan şu herifi ne dâvet edip durursunuz." buyurdu. Bunlardan bir sene sonra o genç hırsızlığa başladı. Hırsızlık sebebiyle yakalanıp cezâlandırıldı.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri nefsin istemediklerini yapma ve haramlardan kaçmada kuvvetliydi. Yıllarca başını yastığa koyup uyumadı. Geceleri ibâdet ve zikirle meşgûl olur, bâzan dışarı çıkıp dolaşır, ihtiyaç sâhibi olanlara yardımcı olurdu. Bir gece Nahşeb'in mahallelerinde dolaşırken, âniden kulağına sesler geldi. Dikkat edince bâzı erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını anladı. Kendi kendine, buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim." dedi. Yanlarına varınca kadın onu gördü ve yanına geldi. "Ey üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir oğlum var. Yaptığı kötülükler, işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk meclisi kurmak ve şarab içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat geceki sesleri duyup geldi ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de ağır hasta olduğunu bildirdim. Ölürse hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de etmezse, o zaman onu şehirden dışarı çıkarın dedim." Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına yardım etti ve kalabalık dağıldı. Sonra aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek geldi. Evden içeri girince, genç onu görür görmez feryâd edip ağlamaya başladı. "Allah'ım ne kadar kerîmsin. Benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının duâsını ânında kabûl eyledin." dedi. "Ey genç! Ne duâ ettin?" dedi. "Üstâdım, bugün seher vaktinde iki duâ ettim. Biri; yâ Rabbî sabahleyin bana, Ebû Türâb'ın yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi; yâ Rabbî, nasûh tövbesi ihsân eyle dedim. Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir. Ey hocam çok günahkârım. Tövbe etsem, kabûl olur mu?" deyince; "Ey genç! Ümitsiz olma! Çünkü Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyâdesi ile tövbeleri kabûl edici ve affedicidir. Kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Âsilerin tövbelerini kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir. Düşkünlerin en iyi vekîlidir. Bütün günahlardan tövbe makbûldür." buyurdu. Genç elinde tövbe etti ve gözlerinden yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrılınca, genç annesine; "Ey anneciğim! Sana bir vasiyetim var. Yerine getir." dedi. Annesi; "Evlâdım, ne vasiyetin var, söyle!" dedi. Beni bu yataktan ve yumuşak yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa indir. Ebû Türâb'la tövbe ettiğim andan sonra, yerde Allahü teâlâya tekrar tövbe edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sardı. Artık bu hastalıktan öleceğimi anlıyorum." dedi. Annesi isteğini yerine getirdi ve onu yere indirdi. Genç, yüzünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun derinliklerinden gelen bir ses ile; "Ey Allah'ım! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamânını boşa geçirmiş ben kuluna rahmet et." diye yalvarıp inledi. Onu topraktan kaldırıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb; "O gece rüyâda Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanında iki yaşlı zât var idi. Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; "Bu, Muhammed Mustafâ'dır sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise, İbrâhim Halîlullah'tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah'tır (aleyhisselâm). Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr peygamberdir." dedi. Ebû Türâb ileri koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi. Onunla müsâfeha etti. "Yâ Resûlallah, siz Nahşeb'e gelmiş miydiniz?" diye arz etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona velîlik makâmı ikrâm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu ziyârete gönderdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır bulunun." Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kalbine bir incelik geldi ve; "Ey Allah'ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inleme, bir tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdun." dedi. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. "Evlâdım, seni ağlatan şey nedir?" dedi. "Babacığım, rüyâmda filan mahallede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her kim onun cenâzesine bakarsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi verir dendiğini görüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim, fakat şimdi izin verirsen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan kendim ve diğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim." dedi. Ona izin verdi. Cenâzesine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; "Ey Ebû Türâb! Hakk'ın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yüzünden mahalleden çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi. Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olunur diye söylediler." dedi. Başka âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu durum haber verildi. Bütün şehir halkı akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm ile onun namazı kılındı, sonra defnettiler.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri pekçok hac etti ve sevgili Peygamberimizin kabrini ziyâret etmek için Medîne-i münevvereye gitti. Bu yolculuklar esnasında da pekçok âlim ve velî ile görüşüp sohbet etti. Birçok kerâmetleri görüldü.

Ebû Türâb-ı Nahşebî, Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada Harem-i şerîfte bir kenara yaslanarak uyumuştu. Rüyâsında hûrîlerden bir kısmı gelip kendilerini ona göstermek, onunla konuşmak istedi. Ebû Türâb; "Ben kendimi Allahü teâlâya o kadar verdim ki, hûrilerle oturup konuşacak vaktim yok." dedi. Hûriler etrâfında gürültü ederlerken, Cennet meleklerinin reisi Rıdvan gelip; "Bu azîzin size yüz vermesi mümkün değildir. O, Cennet'teki yerini almadıkça sizinle ilgilenmez. Gidin, o zaman gelirsiniz." dedi.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri tasavvuf yolundaki talebelerin dikkat edecekleri hususları açıklarken hac yolculuğu husûsunda şöyle buyurdu: "Tasavvuf yolundaki talebeler için, nefslerine uyarak yaptıkları seferden daha zararlı bir şey yoktur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan alıkoymaya çalışanlar gibi olmayın..." (Enfâl sûresi: 47) buyurdu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte; "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, ümmetimin zenginleri hacca seyâhat için giderler. Orta durumda olanları ticâret için, kurrâlar (Kur'ân-ı kerîm okuyucuları) riyâ için, fakîrler de dilenmek için giderler." buyurdu.

Ana-baba ve hocanın rızâsı ve izni olmadan yola çıkmamalıdır. Eğer izinsiz çıkarsa, seferinde birçok engelle karşılaşır ve yolculuğunda bereket olmaz.

Topluluk hâlinde yolculuk yapılıyorsa, en zayıfların yürüyüşü gibi yürümelidir. Arkadaşı durduğu zaman durmalıdır. Mümkün mertebe, namazları vaktinden sonraya tehir etmemelidir. Eğer mümkün ise, yürüyerek gitmeyi, bir vâsıtaya binerek gitmeye tercih etmelidir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte; "Bir bineğe binerek hacca giden kimsenin, bineğinin attığı her adım için yetmiş hasene, yürüyerek giden kimsenin her adımına karşılık ise harem hasenâtından yedi yüz hasene (iyilik) vardır." buyurunca, Eshâb-ı kirâm (r.anhüm); "Harem hasenâtı nedir?" diye sordular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; "Onun bir hasenesi, yedi yüz bin hasenedir." buyurdular.

Toplulukla yapılan yolculukta, mümkün mertebe yolculuk arkadaşlarına hizmet etmeli, onların meşakkatlerini gidermelidir. Adiy bin Hâtem şöyle rivâyet etti: Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem; "Ey Allah'ın resûlü! Sadakaların en fazîletlisi hangisidir?" diye sorulunca; "Kişinin, Allahü teâlânın rızâsı için arkadaşlarına hizmet etmesidir." buyurdu.

Bir memlekete varılınca, eğer orada büyük bir âlim varsa, önce onun ziyâretine, yoksa, sâlih kimselerin yanına gidilir. Böyle kimseler çoksa, en fazîletli ve kıymetli olanının yanına gidilir. Yine bir memlekete gidildiği zaman, abdest ve temizlik ihtiyâcının giderilmesi için uygun bir yer aranır. Akarsu olan yer, yerleşmek için tercih edilir. Abdest aldıktan sonra, iki rekat namaz kılar ve yanına gideceği büyük bir zât varsa onun yanına gider. Yanında bir süre oturur. Soracağı bir husus varsa sorar, yoksa onun yanında konuşmaz. Eğer o büyük zât bir şey sorarsa, cevap verir.

Yolculuğa çıkan kimsenin yanında abdest için bir kab bulundurması lâzımdır. Büyüklerden bâzısı, yolculuk yapan birisi ile müsâfeha yapınca, onun avucunda ve parmaklarında su kabı taşıdığına dâir bir izin olup olmadığına bakardı. Eğer böyle bir iz bulursa, onu çok iyi karşılar, bulamazsa, ona yüz vermez ve kabûl etmezdi. Yine onlardan birisi, yolculuk yapan birisinin yanında su kabı görmezse, bundan, onun namazı terketmeyi göze aldığına hükmederdi. Yola çıkacak kimsenin yanına; iğne, iplik, makas, çakı v.b. gibi şeyleri alması müstehabdır. Çünkü bunlar, farzları edâ etmeye yardımcı olurlar. Yolculuğa çıkmak isteyen bir kimsenin, dostlarını ve tanıdıklarını ziyâreti, onlara vedâ etmesi ve onlarla helallaşması lâzımdır. Yola çıkan kimsenin özellikle namazlarını terk etmemesi lâzımdır.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri çok ibâdet ettiği gibi, nefsinin isteklerine de şiddetle karşı çıkardı. Günlerce ağzına yiyecek bir lokma almadığı, bir yudum su içmediği olurdu. Onun bu husustaki gayretini İbn-i Cellâ şöyle anlattı:

"Ebû Türâb, Mekke'ye geldi. Bitkin, yorgun ve zayıf görünmüyordu. "Nerede yemek yedin?" dedim. "Basra'da, Bağdât'ta, bir de burada." dedi. Yine İbn-i Cellâ der ki: "Üç yüze yakın velî gördüm. Bunlardan dördü çok büyük olup, ilki Ebû Türâb idi."

Sohbetinde bulunanlardan birisi üç gün bir şey yememişti. En sonunda karpuzun kabuğuna elini uzattı. Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri ona; "Sen tasavvufa yaraşmazsın. Hadi git, senin çarşıda bulunman ve geçimini oradan temin etmen lâzımdır." buyurdu.

Kulzüm Mescidinin kayyımı şöyle anlatıyor: "Ebû Türâb-ı Nahşebî bu mescide girdi. Kendisini tanımıyorduk. Burada günlerce oturup ibâdet etti. Hiç mescidden dışarı çıkmadı. Yanına gittim. "Bugün bir şey yedin mi?" diye sordum. "Hayır yemedim." dedi. "Ya dün?" dedim. "Hayır." dedi. "Ondan önceki gün yedin mi?" deyince de; "Hayır." dedi. Ben; "Peki kaç günden beri böylesin?" diye sorunca; "Yedi günden beri." buyurdu. Çarşıya gittim. "Mescidde yedi günden beri hiçbir şey yemeyen adama bir şeyler götürün." dedim. Kendisine çok miktarda yiyecek ve içecek getirdiler. İhtiyâcı kadar yedikten sonra doyan Ebû Türâb-ı Nahşebî bir bardak su içti. Sonra ibriğini alıp mescidden çıktı. Kimseye bir şey söylemedi. Biz, temizlenmeye gidiyor, döner zannettik. Fakat o, şehirden ayrılmak üzere yola çıktı. Bir müddet gittikten sonra ardından gittik. Baktık Mekke yolunda gidiyordu. Ben ardından yürüdüm; "Allah aşkına sen kimsin?" dedim. "Ben Ebû Türâb'ım." diye cevap verdi.

Ebû Câfer Haddâd şöyle anlattı: Çölde bir su kuyusunun başında otururken Ebû Türâb-ı Nahşebî beni gördü. On altı günden beri bir şey yememiş ve içememiştim. Bana; "Neden burada oturuyorsun?" dedi. Dedim ki: "Ben ilim ile yakînden hangisi bana gâlip gelirse, ona göre hareket edeceğim diye bekliyordum. Eğer ilim gâlip gelirse su içeceğim. Eğer yakîn gâlip gelirse geçip gideceğim." Bana, "Sen büyük bir mâneviyât adamı olacaksın." dedi.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri dünyâya gönül vermezdi. Özellikle kendisine hizmet eden kişilere ikrâm ve ihsânı boldu. Başını tıraş eden Ebû Ali el-Müzeyyin'e yetmiş dinar vermişti.

Dünyâ sevgisiyle ilgili olarak; "Kalbinde zerre kadar dünyâ sevgisi olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz." "İki şeyi istersiniz, ama bulamazsınız. Bunlar neşe ve rahatlık olup, ikisi de Cennet'te olur." buyurdu.

Bir sohbeti sırasında da;

"Sâdık kul, daha amel etmeden, hâlis kul, amel edince, amelin tadını alır."

"Şu dört şeyi dört yerde sarf edersen Cennet'i kazanırsın: Uykuyu kabirde, rahatı sırat köprüsünde, iftiharı ve öğünmeyi mîzânda, nefsin arzularını Cennet'te."

"Ey insanlar! Şu üç şeyi seviyorsanız, biliniz ki onlar sizlerin değildir. Nefsinizi ve canınızı seviyorsanız, onlar Allahü teâlânındır. Malınızı seviyorsanız, onlar da vârislerinizindir.

Âlimlere ve evliyâya karşı çok hürmet gösteren Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri buyurdu ki:

"Allahü teâlâ kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânın aleyhinde bulunma hasletini verir."

"Âlim olan, karşısındakinin anlayışına göre konuşur."

Ebû Türâb-ı Nahşebî haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınırdı. Bu hususta buyurdu ki:

"Kul bütün gücüyle günahlardan uzaklaştığı zaman, Allahü teâlânın yardımı, ihsânı her tarafını kaplar. Kalbin günahlar ile kararmasının alâmeti üçtür. Birincisi günah işlemekten korkmamak, ikincisi ibâdetlerde gevşeklik, üçüncüsü de vâz ve nasîhatların ona tesir etmemesidir."

Hızır aleyhisselâmla sık sık görüşen Ebû Türâb-ı Nahşebî, Hızır aleyhisselâmla görüşmesini şöyle anlatır: "Bir gün çölde geziyordum. Birine rastladım. Kim olduğunu sordum. Hızır'ım dedi. Sonra bana; "Ey Ebû Türâb!Şimdi Allahü teâlânın sevdiği velî kullarının kalbini düzeltmeye memurum. Bu yolda ilk iş, yok olmak (benliğini öldürmek) ondan sonrası ise kurtulmaktır." dedi.

Ebû Türâb'ın, Câbir bin Abdullah'tan radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hastalarınızı yemek için zorlamayın, zîrâ Allahü teâlâ onları yedirir ve içirir." buyurdu.

İbn-i Süfyân'dan radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Bir kimse gösteriş ve yaptığını işittirmek isterse, Allahü teâlâ onu teşhîr eder. Riyâ yapanın da, Allah riyâsını gösterir." buyurdu.

Ebû Türâb-ı Nahşebî ve sevenleri toplanmışlardı. Kendilerine fakirlik ve açlık erişti. Ebû Türâb; "Bu nedir, toplanmış aç kalıyorsunuz? Araştırın bir şey çıkar." buyurdu. Araştırdılar, içlerinden birinin yanında yiyecek bir şey buldular. Ebû Türâb ona; "Onu arkadaşlarına hibe et. Bize acımadıkça kendine acıyamazsın." dedi. Onun azığını aldı ve sevenlerine infâk etti. Fakat o kimseye hiçbir şey düşmedi. Bunun üzerine o kimsenin basireti, kalp gözü açıldı.

Ebû Türâb, talebelerinde beğenmediği bir şey gördüğü zaman tövbe eder ve; "Bu zavallı benim yüzümden bu belâya düştü." derdi.

Tevekkül sâhibi bir zât olan Ebû Türâb-ı Nahşebî tevekkülle ilgili olarak buyurdu ki:

"Tevekkül, kendini kulluk denizine atıp, kalbini Allahü teâlâya bağlamaktır. Verirse şükür, vermezse sabretmelidir."

"Senin bize ihtiyâcın yok mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muhtâc iken, size ve sizin gibilere nasıl ihtiyâcım olur. Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır. Hakîkî zenginlik, dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç olmandır."

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti. Bir yolculuk sırasında Basra sahrasında 859 (H.245) senesinde vefât etti. Yanında kimse yoktu.

Vefât ettiği sırada namaz kılıyordu. Bu halde uzun müddet kaldı. Onun vefât ettiğinden kimsenin haberi olmadı. Bir topluluk yoldan geçerken kendisini görüp, yanına yaklaştıklarında vefât ettiğini anladılar. O hiçbir şeye yaslanmadan, yüzü kıbleye çevrili bedeni kurumuş bir halde idi. Bu zaman içinde cesedine vahşî hayvanlar ve kuşlar hiç yaklaşmamış ve vücûduna dokunmamışlardı. Topluluk onu kefenleyip cenâze namazını kıldı ve orada defneyledi.

MAKSAT VE ARZU

Hac yolculuğu sırasında beraberinde bulunan Ebû Abbâs Rakkî şöyle anlattı: "Mekke-i mükerreme yolunda, Ebû Türâb Nahşebî ile berâber gidiyorduk. Talebelerinden birisi ondan su istedi. Ebû Türâb ayağını yere vurunca, bir pınar kaynadı. Birisi; "Ben bardakla içmek istiyorum." dedi. Ebû Türâb elini toprağa vurdu. Ona beyaz camdan bir bardak verdi. Bu bardak, gördüğüm bardakların en güzeli idi. Hepimiz aynı bardakla su içtik. Mekke-i mükerremeye kadar o bardak yanımızda idi. Bir gün Ebû Türâb bana; "Allahü teâlânın kullarına ikrâmda bulunduğu bu işler ve kerâmetler hakkında talebelerin ne diyor?" diye sordu. Ben de, hepsinin bunlara inandığını ve kabûl ettiklerini söyledim. Bunun üzerine Ebû Türâb; "Ben sana ahvâl bakımından sordum. Sen ise, onların o mevzuda hiçbir sözünü söylemedin. Senin talebelerin, bu hallerin Allahü teâlânın onlara mekr-i ilâhîsi olduğunu söylüyorlar. Halbuki durum, onların dediği gibi değildir. Şâyet bu hallere meyl duyulur, onlar arzu edilirse, mekr-i ilâhî olur. Fakat böyle bir istek olmadan, böyle haller zuhûr ederse, bu, rabbânîlerin mertebesidir." buyurdu.

Ebû Türâb'ın bu sözünde önemli iki husus vardır: 1) Kerâmetler ve keşifler, yalnız ona rağbet duyan, o hallerin kendisinde zuhûr etmesini arzu eden kimseler içindir. O kimsenin bütün maksadı ve arzusu bu kerâmetler olur. Bir kısım kimseler, kerâmetlere îtibârda o kadar ileri gittiler ki, bu sebeple mânevî ihsânlardan mahrum kaldılar. Bâzıları ise, bunlara meyletmediler. Doğru olan, Ebû Türâb'ın kerâmetlere meyletmenin, onları arzu etmenin noksanlık olduğunu anlatmak istediği sözdür. Hiçbir ârifin inkar etmediği husus, ârif olanın kerâmete arzu ve meyl duymamasıdır. Onun maksadı ve arzusu, kerâmet değildir. Kerâmet, âriflerin yolunda meydana gelir. Arzusu, hedefi ve matlubu bu olan kimse, aldanmıştır ve helâke gider. Böyle kimse, arzu ettiği kerâmetlere de ulaşamaz. Kerâmetlere, sâdece, isteği ve maksadı kerâmet olmayan kimseler kavuşur.

BU HIRSIZ DEĞİLDİR

Kendisi anlatır: "Bir gün çölde gidiyordum. Nefsim yumurta ve sıcak ekmek istedi. Hiçbir zaman nefsimin istediğini yapmamış idim. Fakat nasıl olduysa isteğim gâlip geldi. Yolumu değiştirip, bir köye girdim. Köyde hırsızlık olmuştu. Onun için köylüler bir yere toplanmış durumu konuşuyorlardı. Beni görünce içlerinden biri, bu adam hırsızla beraberdi, dedi. Beni yakaladılar ve yetmiş sopa vurdular. Bu arada biri gelip beni tanıdı. Bu hırsız değildir. Bu âlim Ebû Türâb'tır, dedi. Bunun üzerine benden özür dilediler. İçlerinden biri beni eve yemeğe götürdü. Bana tâze ekmek ve yumurta getirdi. Nefsime; "Ey nefs! Yetmiş sopadan sonra ekmekle yumurta yiyebilirsin." dedim.

1) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.2, s.152

2) Tabakâtü'l-Evliyâ; s.355

3) Hilyetü'l-Evliyâ; c.10, s.45, 219

4) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.96

5) Tabakâtü's-Sûfiyye; s.146

6) Risâle-i Kuşeyrî; s.97

7) Nefehâtü'l-Üns; s.53

8) Tezkiretü'l-Evliyâ; c.1, s.262

9) Riyâdü'n-Nâsihîn; s.259

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.164