Meşhur tefsîr âlimi ve velî. İsmi Muhammed bin Ömer'dir. Künyesi Ebû Abdullah ve Ebü'l-Meâlî, lakabı Fahreddîn'dir. Babasının vazîfesi dolayısıyla "İbn-i Hatîbi'r-Rey= Rey Hatîbinin oğlu" diye de tanınmıştır. Soyu Kureyş Kabîlesine ulaşmaktadır. 1149 (H.544) senesinde İran'da bulunan Rey şehrinde doğdu. "Râzî" lakabını doğum yerine nisbetle almıştır. 1209 (H.606) senesinde Herat'ta vefât etti.
Fahreddîn-i Râzî önce, büyük bir âlim olan babası Ziyâüddîn Ömer'den ders aldı. Babası Muhy-is-sünne Muhammed Begavî'nin talebelerinden idi. Gâyet fasîh, belîğ ve tesirli hutbe okurdu. Fahreddîn-i Râzî, fen ilimlerini Mecd-i Cîlî'den, fıkıh ilmini Kemâl Simnânî'den öğrendi. İmâm-ıHarameyn'in Şâmil adlı kitâbını ezberledi. Bunlardan başka, asrının büyük âlimleriyle görüştü ve onlardan ilim aldı.
Tahsîlini bitirip, ilimde yüksek derecelere ulaştıktan sonra, bazı yolculuklar yaptı. Harezm'e gidip orada bozuk bir îtikâda sâhib olan Mûtezileye mensup kimselerle münâzaralarda bulundu. Bu münâzaralar netîcesinde Harezm'den ayrılma lüzûmunu gördü. Buradan Mâverâünnehr'e gitti.
Fahreddîn-i Râzî, fakir ve yoksul bir kimseydi. Sonra her şeyin sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlâ kendisine ihsânlarda bulundu. Mâverâünnehr'den memleketi Rey şehrine dönmüştü. Burada mütehassıs ve zengin bir doktor vardı. İki kızını Fahreddîn-i Râzî'nin iki oğlu ile evlendirdi. Bir müddet sonra doktor vefât etti. Külliyetli mikdârdaki serveti Fahreddîn-i Râzî'nin âilesine geçti.
Fahreddîn-i Râzî bu servetin büyük bir kısmını, Sultan Şihâbüddîn'e ödünç verdi. Daha sonra, ödünç verdiği malını teslim almak için Gazne'ye gittiğinde, Sultan Şihâbüddîn kendisine çok ikrâm ve iltifâtta bulundu. Buradan Horasan'a giden Fahreddîn-i Râzî ilimdeki yüksekliği sebebiyle, Sultan-ı Kebîr Alâüddîn Harzemşah Muhammed'in sevgi ve saygısını kazandı. Sultan sık sık ziyâretine giderdi. Bir müddet Herat'ta da bozuk bir inanca sâhib olan kerrâmiyye ve mensuplarının îtikâdlarının yanlış olduğunu delîlleriyle isbât etti. Bu hususta müslümanları aydınlattı.
Fahreddîn-i Râzî, yalnız Arabî ilimlerde değil, zamânının bütün ilimlerinde mütehassıstı. Bu sebeple, gittiği yerlerde sultanların iltifât ve teveccühlerini kazandı. Sultan Gıyâsüddîn onun için, Herat'ta bir medrese yaptırdı. Kerrâmiyye îtikâdında olan halk, sultânın ona olan iltifatlarını çekemeyip fitneye sebeb olduklarından buradan da ayrılmak zorunda kaldı. Fahrüddîn-i Râzî gittiği her yerde ilim ile meşgûl oldu. İlim ve irfâna susayanlar, âlimler, o nereye giderse peşinden geldiler.
Ne zaman bir yere gitmek için atına binse, âlim ve talebelerden üç yüz kadarı da berâberinde giderdi. Talebeleri kendisine çok hürmet ederlerdi. Onun yanında tam bir edeb ve terbiye dâiresinde bulunurlardı. Bütün talebelerinin kalbinde heybeti yerleşmişti. Hizmetinde kusûr etmemek için çok gayret gösterirlerdi.
Fahreddîn-i Râzî kitap mütâlaa etmeyi çok severdi. Hattâ, yemek yerken kitap okumadan geçirdiği zamanlara pekçok acıdığını her zaman söylerdi.
Fahreddîn-i Râzî'nin vâz ve nasîhattaki şöhreti, ilmî şöhretinin çok üstündeydi. Pek tesirli vâz ederdi. Vâzlarında coşardı.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken, çok defâ gözlerinden yaşlar akardı. Bir gün vâz ediyordu. Sultan Şihâbüddîn Gaznevî de orada bulunuyordu. Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçerek şöyle dedi: "Ey dünyânın sultânı! Ne senin saltanatın kalır, ne de Râzî'nin bu hâli." deyip, meâlen: "Hepimizin dönüşü Allahü teâlâyadır." (Gâfir sûresi: 43) âyet-i kerîmesini okudu. Sultan ve câmide bulunan herkes ağladılar.
Fahreddîn-i Râzî'nin kitaplarını okuyanlar, hep onunla meşgûl oldular. Onun ilminin yüksekliğine hayran kaldılar. Hirat'ta kendisine Şeyh-ül-islâm denirdi.
Edîb Şerefüddîn Muhammed Uneyn şöyle anlatır: "Gençliğimde bir defâsında Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin dersinde bulundum. O gün çok soğuktu. Çok kar yağmıştı. Bu sırada, İmâm'ın kucağına bir güvercin düştü. Onu yırtıcı bir kuş kovalamıştı. Güvercin yanımıza düşünce, o yırtıcı kuş geri dönüp gitti. Fakat güvercin uçamıyordu. Çünkü çok korkmuştu. İmâm dersi bırakıp ayağa kalktı ve o güvercinin yanında durdu. Güvercinin bu hâline acıyıp eline aldı. Yarasını şefkatle sığayınca, hayvan kendine geldi.
İbn-i Uneyn der ki, bu hâdise üzerine ben şu şiiri söyledim:
Sür'atli kanadıyle ölüm saçan hayvandan,
Vaktin Süleymân'ına şikâyete geliyor.
Korkanların melcei sensin, yok inanmayan,
Güvercinin haberi, bunu teyîd ediyor inan."
Ondan sonra İbn-i Uneyn, Fahreddîn-i Râzî'nin yakınlarından oldu.
Mevlânâ Musannifek Tuhfe-i Muhammediyye isimli eserinde şöyle der: Fahreddîn-i Râzî, Sultan Muhammed Harzemşâh'a, mektup yazıp bâzı sâlih kimseler hakkında istirhâmda bulundu. Mektubunda şöyle diyordu:
"Bu mektubumu zâhirde sebeb siz olduğunuz için size gönderdim. Fakat bu durumu, hakîkatte hep var olan ve yokluğu mümkün olmayan Allahü teâlâya arz etmiş bulunmaktayım. İsteğimi verirseniz, hakikâtte veren Allahü teâlâdır. Bu vesîle ile siz de teşekkür edilmeye müstehak olmuş olursunuz ve sevap kazanırsınız, vesselâm." Bu fakîr derim ki: Fahreddîn-i Râzî'nin hâli ve sözü, işlerinde tevhîd, kalbiniAllahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtarma mertebesine eriştiğinin delîli ve şâhididir.
Ebû Abdullah Hasan Vâsıtî de der ki: Hirat'ta bulunduğum sırada İmâmı dinledim. Zaman zaman minberde, sitem şeklinde halka şu beyti okurdu.
"Diri iken insanı gerçi herkes tahkîr eder.
Zor olur ayrılığı, ol dem ki, dünyâdan gider."
Fahreddîn-i Râzî, Herat'a gittiği zaman, orada bulunan âlimler, sâlihler ve devlet ileri gelenleri, onun ziyâretine geldiler. Kendisine pekçok hürmette bulundular. İmâm, bir gün acabâ görüşmediğimiz kimse kaldı mı? diye sordu.Yanında bulunanlar, evet sâlih bir zât var, o gelmedi, dediler. Ben müslümanların imâmı olayım, herkesin bana hürmeti vâcib olsun da, o beni niçin ziyâret etmesin, diye belirtti.
Bu durumu, o sâlih zâta ulaştırdılar. Fakat o zât hiç cevap vermedi. Şehrin ileri gelenlerinden birisi, Fahreddîn-i Râzî ile o sâlih zâtı bir yemeğe dâvet etti. Her ikisi de bu dâveti kabûl ettiler. Ziyâfet bir bahçede verildi. Orada İmâm, o sâlih zâta:
"Niçin ziyâretime gelmediniz?" diye sorunca: "Ben fakîr bir kimseyim. Bu sebeple, ziyâretinize gelip gelmemem, sizin şerefinizi ne arttırır, ne de ondan bir şey eksiltir."
Bunun üzerine İmâm; "Bu söz edeb sâhiplerinin yâni ehl-i tasavvufun sözüdür. İşin iç yüzünü bana anlat da merâkım gitsin." dedi. O sâlih zât; "Seni ziyâret hangi bakımdan vâcibdir?" dedi. İmâm; "Ben müslümanların hürmet etmeleri lâzım olan birisiyim." dedi. Bunun üzerine o sâlih zât; "Mademki, ilimle iftihâr ediyorsun, ilmin neticesi, mârifetullahdır. Şimdi sana soruyorum:
"Allahü teâlâyı nasıl tanıdın ve matlûbuna nasıl yol buldun?" dedi. İmâm:
"Yüz bürhân ve delîl ile ilim ve yakîn elde ettim." dedi. O zaman o zât:
"Bürhân, şüpheyi gidermek içindir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir nûr verdi ki, onun olduğu yerde şüphe bulunmaz. Nerede kaldı ki, bürhân ve hüccete ihtiyaç duyulsun." buyurdu.
Bu söz, İmâm'a çok tesir etti. O mecliste, herkesin gözü önünde, o sâlih zâtın elini öpüp tövbe etti. O zâta tâbi oldu. Çok yüksek mertebelere ulaştı. Ondan sonra Tefsîr-i Kebîr adlı eserini te'lif eyledi. Bu büyük zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleriydi. Fahreddîn-i Râzî, Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Ondan çok istifâde etti.
Fahreddîn-i Râzî, vefâtına yakın, talebelerinden İbrâhim bin Ebû Bekr İsfehânî'ye şu nasîhatta bulundu:
"Her katı kalbi yumuşatan âhiret yolculuğu yaklaşmış ve dünyâ hayâtının sonunda bulunan, Rabbinin rahmetini uman, Mevlâsının keremine güvenen bu kul Muhammed bin Ömer bin Hasan Râzî der ki: Peygamberlerin, meleklerin en büyüklerinin yaptıkları, bildiğim ve bilmediğim, lâyık olduğu hamdler ile Allahü teâlâya hamd ederim. Allahü teâlânın rahmeti, Resûlullah efendimize, diğer Resûller, Nebîler (aleyhimüsselâm), mukarreb melekler ve sâlih kimseler üzerine olsun.
İnsanlar derler ki: "İnsan vefât ettiği zaman, ameli kesilir. Dünyâ ile alâkası kalmaz." Bu söz, iki yönden sınırlandırılabilir. Birincisi, eğer vefât eden kimse dünyâda insanlara faydalı şeyler bırakmış ise, bu ona duâ yapılmasına vesîle olur. Şartlarına uygun duâ, Allahü teâlânın katında makbûldür. İkincisi, evlâda âid olan husustur. Sâlih evlâd da ölen anası-babası için faydalı olur.
Biliniz ki ben, ilim âşığıydım, doğru olsun yanlış olsun, bir şeyin ne olup olmadığını öğrenmek için pekçok şey öğrendim. Vallahi kelâm, akâid ilmi ile ilgili, doğru yanlış bütün itikâtları, filozofların görüşlerini çok tedkîk ettim. Ancak Kur'ân-ı kerîmde bulduğum faydaya eşit olanını hiçbirisinde görmedim. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlanın yüce kudretini ve azametini teslîm ve kabûl etmeye teşvîk ediyor, îtirâz ve karşı çıkmaktan, derin mücâdele ve münâzaradan men ediyor. Çünkü beşer aklı, derin ve anlaşılması zor meseleler arasında boğulup gitmektedir. Bu sebeple dînimizin bildirdiklerini aynen kabûl edip, üzerinde konuşmamak en sâlim yoldur.
Ey âlemlerin Rabbi! Mahlûkâtın, senin Ekrem-ül-ekremin, merhametlilerin en merhametlisi olduğunda ittifak etmektedir. Yâ Rabbî! Bu zayıf kuluna müsâmaha eyle. Dilimi sürçmekten muhâfaza buyur, bana yardım et. Hatâ ve kusûrlarımı setreyle, ört. Kitâbım Kur'ân-ı kerîm, yolum Resûlullah efendimize, sünnet-i seniyyeye uymaktır. Yâ Rabbî! Senin hakkında hüsn-i zan sâhibiyim. Rahmetin hakkında çok ümitliyim. Çünkü sen:
"Kulum beni zannettiği gibi bulur." buyurdun.
Yâ Rabbî! Ben hiçbir şey getirmesem de, sen ganîsin, kerîmsin, ümîdimi boşa çıkarma. Duâmı geri çevirme. Beni ölümden önce ve sonra azâbından kurtar. Ölüm sırasında can çekişirken bana kolaylık ver. Çünkü sen erhamürrâhimînsin.
Kitaplarıma gelince, onlarda çok şeyler yazdım. Onları mütâlaa edip okuyan, ihsân ederek iyi duâ ile beni ansın. Eğer böyle bir duâda bulunmazsa, hiç olmazsa hakkımda kötü sözde bulunmasın. Benim meseleleri geniş yazmaktan maksadım, mevzuu genişletmek, derinlemesine ele almak, zihinleri açmaktır. Bütün bunlarda, Allahü teâlâya güvenip, dayandım."
Daha birçok şeyleri vasiyet eden İmâm-ı Râzî hazretleri, sonra şunları söyledi: "Talebelerime ve üzerinde hakkım olanlara şunu vasiyet ediyorum: Ben vefât edince, benim ölümümü her tarafa yaymasınlar. Dînin emirlerine uygun olarak defnetsinler. Beni defnettikleri zaman, okuyabildikleri kadar bana Kur'ân-ı kerîm okusunlar. Sonra; yâ Rabbî! Sana fakîr ve muhtaç birisi geldi, ona lütuf ve ihsânda bulun, desinler." sözleriyle vasiyetini bitirdi.
1209 (H.606) senesi Ramazan Bayramında Şevvalin ilk Pazartesi günü Herat'ta rûhunu teslim eden Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kabir yeri belli değildir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri orta boylu, iri cüsseli, omuzları ve göğsü geniş, güzel görünümlü, gür sesli, heybetli ve vakarlıydı. Sohbet, vâz ve ilim meclislerinde kendisine sükûnet ve dikkat hâkimdi. Herkes kendisini sayar ve değer verirdi. Meşhûr tarihçi Safedî'ye göre Allahü teâlâ şu beş hasleti emsalleri arasında sâdece Râzî'ye tahsîs etmiştir.
1) Parlak ve işlek bir zihin, 2) Güçlü bir hâfıza, 3) Çok bilgi, 4) Sağlam bir muhâkeme, 5) Mükemmel bir ifâde gücü.
Fahreddîn-i Râzî hakkında müstakil eserler yazılmıştır. Onun derin ve büyük âlim olduğunu herkes tasdîk etmiştir. Hattâ tefsîr kitaplarında "Kâle-el-allâme" denilince, Fahreddîn-i Râzî kasdedilmiştir.
Fahreddîn-i Râzî tefsir, fıkıh, kelâm ve usûl-i fıkıh gibi dîni ilimlerde pek derin bir âlim olduğu gibi, edebî ilimler, matematik, kimyâ, astronomi ve tıb gibi zamânının fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. O zaman İslâm âleminde ortaya çıkmış olan bid'at ve bozuk îtikâd sâhiplerinin ve filozofların bozuk düşüncelerini en ince teferruâtına kadar tedkik etmiş, onların bozukluğunu ve yanlış olduğunu delilleriyle isbât etmiş, müslümanları bozuk ve yanlış sözlere aldanmaktan kurtarmıştır.
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Âl-i İmrân sûresinde, 61. âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken buyuruyor ki:
Hârezm şehrindeydim. Şehre bir hıristiyanın geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmaya başladık.
Hıristiyan: "Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?" dedi. Şu cevâbı verdim:
"Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizelerini okuyor ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği hâlindedir. Mûcize göstermek, Peygamber olduğunu isbât etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de inanmamanız lâzım gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisselâmın da Peygamber olduğuna îmân etmelisiniz."
Hıristiyan: "Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır!"
Fahreddîn-i Râzî: "İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır. O hâlde madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Îsâ aleyhisselâm cisimdi. Yokken var oldu ve size göre öldürülmüştür. Önce çocuktu, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye muhtâçtı. Muhtâc olan, ganî olur mu? Yokken sonradan var olan bir şey, ebedî sonsuz var olur mu? Değişen bir şey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahûdîler yakalayıp astı diyorsunuz. Îsâ aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü söylüyorsunuz. İlâh veya ilâhtan parça olsaydı, yahûdîlerden korunmaz mı? Onları yok etmez miydi? Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz:
1. O İlâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahûdîlerin, yakalayıp öldürdüğü âciz, kuvvetsiz kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi?
2. O, tanrının oğludur diyorsunuz.
3. O tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Bu inanışlar da yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve araz değildir ki, bir cisme hulûl etsin. Cisme hulûl eden şey cisim olur ve hulûl edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl oldu derseniz, ona hulûl eden parça tanrı olmakta tesirli ise, bu parça ilâhtan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam olmazdı. Eğer tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur. Sonra Îsâ aleyhisselâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi?"
Hıristiyan: "Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve Baras denilen, derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için o tanrıdır."
Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey de bulunmaz denilir mi? Bulunmaz, o şey de var olmaz dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi deyince, delîl, alâmet de yoktur demek olur. Yaradanın varlığını reddetmen lâzım gelir. Bir şey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ aleyhisselâma hulûl ederse, bana, sana ve hayvanlara, hattâ otlara ve taşlara hulûl etmediğini nereden biliyorsun?"
Hıristiyan: "Onda mûcizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde ve hayvanlarda bulunmadığı için, başkalarına hulûl etmediği anlaşılmaktadır."
Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin bulunmaması lâzım olmaz demiştik. Mûcizeler bulunmayınca, hulûl edemeyeceğini niçin söylüyorsun. O hâlde kediye, köpeğe, fâreye de hulûl ettiğine inanman lâzım gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmaya varan bir din, çok âdî, pek bozuk bir din değil midir?
Âsâyı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın âsâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz. Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle, böyle diyorsunuz?"
Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek bir şey bulamadı, susmaya mecbur oldu.
Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin pekçok eseri olup şunlardır:
1) Mefâtih-ül-Gayb: Tefsîr-i Kebîr diye bilinir. Burhâneddîn Nesefî, bu tefsîri telhis etmiş (kısaltmış) ve Vâdıh ismini vermiştir. Muhammed bin el-Kâdı Ayasuluğ da telhis etmiştir. 2) Muhassalu Efkâr-il-Mütekaddimîn vel-Müteahhirîn minel-Ulemâ vel-Hükemâ vel-Mütekellimîn, 3) İrşâd-ün-Nüzzâr ilâ Letâif-il-Esrâr, 4) Uyûn-ül-Mesâil, 5) El-Mahsûl, 6) El-Burhân, 7) Nihâyet-ül-Îcâz fî Dirâyet-il-Îcâz, 8) Meâlimü Usûl-id-Dîn, 9) KitâbüFedâil-is-Sahâbe, 10) Kitâb-ül-Ahlâk, 11) Şerhü Vecîz-lil-Gazâlî, 12) Menâkıbu İmâm-ıŞâfiî (Matbudur), 13) Tehzîb-üd-Delâil, 14) Kitâb-ı Esrâr-ül-Kelâm, 15) Şerhü Nehc-ül-Belâga, 16) Kitâb-ül-Kazâ vel-Kader, 17) Kitâbu Ta'cîz-il-Felâsife, 18) Kitâb-ül-Berâhin-il-Behâiyye, 19) Kitâb-ül-Hamsîn fî Usûl-id-dîn, 20) Kitâb-ül-Hak vel-Ba's, 21) Kitâbu İsmet-il-Enbiyâ, 22) Risâletün fin-Nübüvvât, 23) Esrâr-ül-Mevedde fî Ba'dı Süver-il-Kur'ân-il-Kerîm, 24) Kitâb-ül-Firâset, 25) Kitâbün-fî Zemm-id-Dünyâ, 26) Kitâb-üz-Zübde, 27) El-Mulehhas, 28) El-Metâlib-ül-Âliyye, 29) Kitâbün fil-Hendese, 30) Kitâb-ül-Câmi'il-Kebîr, 31) Kitâbu Musâderet-i Oklides, 32) Kitâbün fil-Kabz, 33) Risâletün fin-Nefs, 34) Kitâb-ı Umdet-ün-Nezzâr ve Zînet-ül-Efkâr, 35) Risâletün fit-Tenbîh alâ Ba'd, 36) Meâlimü Usûl-id-dîn.
HAYAT BOYU YAPILAN TECRÜBE
İbn-i Sübkî şöyle der:
İmâm tefsîrinde buyurur ki: Hayâtım boyunca tecrübe etmişim. Ne zaman bir işte, bir kimse, Allahü teâlâdan başkasına îtimâd eylese, bu îtimâdı onun, belâ, mihnet, sıkıntı ve zorluk çekmesine sebeb olur. Ama Allahü teâlâya güvenip, yalnız O'na dayansa, istediği şey en güzel şekilde hâsıl olur. İşte bu tecrübe, küçüklüğümden şu anda içinde bulunduğum elli yedi yaşına kadar devâm etmiş ve kalbime iyice yerleşmiştir. İnsan için, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından başka bir şeye güvenip îtimâd etmesinde, Allahü teâlâdan başkasından istemesinde hiçbir fayda yoktur. İnsan birisinden bir şey isterken, istediği şeyin o kimsede emânet bulunduğunu bilmeli, onun hakîkî sâhibinin Allahü teâlâ olduğunu hatırdan çıkarmamalı, isteklerini Allahü teâlâdan istemelidir.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî); c.8, s.81
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.21
3) Miftâh-üs-Se'âde; c.2, s.116
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.107
5) Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.248
6) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.79
7) Kâmûs-ül-A'lâm; c.5, s.3345
8) Et-Tefsîr vel-Müfessirûn; c.1, s.290
9) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.2, s.213
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.273
11) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.4, s.192