Ehl-i sünnetin iki itikad imamından biridir. İsmi, Ali bin İsmail’dir.
Künyesi, Ebu'l-Hasen'dir. 260 veya 266 (m. 879) senesinde Basra'da doğdu. 324
veya 330 (m. 941) da Bağdat'ta vefat etti. Basra kapısı ile Kerh arasındaki
kabristana defnedildi. Soyu, Eshab-ı kiramdan büyük bir sahabeye dayanmakta olup,
şeceresi şöyledir: Ali bin İsmail bin İshak bin Sâlim bin İsmail bin Abdullah
bin Musa bin Bilal bin Ebi Bürde bin Ebu Müsel-Eşari'dir.
İmam-ı Eşari, üvey babası ile mutezile kelamcılarından olan Ebu Ali Cübbai'nin
talebesi olduğundan, bu bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar
mutezile fırkasında bulundu. Bu fırkanın meşhurlarından oldu. 40 yaşından sonra,
Ramazan-ı şerifte gördüğü rüyada Peygamber efendimizin emri üzerine, bu bozuk
yoldan dönüp, ehli sünnet itikadına girdi.
Bu rüyasından sonra onbeş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine
inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Camii'ne gidip, kürsüye çıktı. O sırada
mutezile bozuk yolunun meşhur ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen
imam-ı Eşari, kürsüden cemaate şöyle hitap edip: "Ey insanlar! Çoktan beri
size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri
gözden geçirdim. Tercih hususunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni
hidayete, doğru yola kavuşturmasını istedim, dua ettim. Allahü teâlâ beni
hidayete, doğru yola kavuşturdu. Mutezile yoluna ait itikadlarımın hepsinden
vazgeçip, kurtuldum" diyerek, Ehl-i sünnet itikadına girdiğini herkese ilan
etti.
Önceden mutezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptal etti. Ehl-i
sünnet itikadı üzere kitaplar yazıp, dağıttı, ömrünün sonuna kadar bu doğru
itikadın yayılması için uğraştı
Ebu'l-Haseni Eşari hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelam ilmi,
mutezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken,
doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet
itikadının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı
olan mutezile yolu mensupları, imam-ı Eşari hazretleri tarafından
susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz
karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan mutezilenin ileri gelenlerinden
Ebu Ali Cübbai ile yaptığı münazarada onu mağlup etti. Çok meşhur olmasına
rağmen, Eşari hazretlerinin karşısında cevap vermekten aciz kaldı.
Ebu Sehl Sulûki şöyle anlatır:
"Basra'da bir mecliste Ebu'l-Hasen Eşari ile mutezililer arasında çetin bir
münazara oldu. Mutezililer çok kalabalıktı. Onunla münazaraya giren herkes
yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse onun
karşısına çıkamadı. İkinci defa böyle bir münazara için gittiğimizde,
mutezileden kimse gelmemiş, münazaraya cesaret edememişlerdi. Bunun üzerine bir
zat imam-ı Eşari'ye, "Firar ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as" dedi.
İmam-ı Eşari hazretleri; tefsir, hadis ve fıkıh ilmini zamanın meşhur
âlimlerinden olan Zekeriyya bin Yahya es-Saci'den, Ebu Halife el-Cumhi, Sehl bin
Serh, Muhammed bin Yaküb el-Mukri, Abdurrahman bin Halef ed-Dabi'den
öğrenmiştir.
Bağdat’ta Cami-i Mensür'da Cum'a günleri Ebu İshak Mervezi'nin hadis derslerine
devam etmiş, kendisi de Ebu İshak Mervezi'ye kelam ilmini öğretmiştir.
İmam-ı Eşari hazretleri tasavvuf ilminde de âlim ve evliya idi. Ebu İshak
İsferani şöyle demiştir: "Benim ilmim, Şeyh Ebu'l-Hasen Bahili'nin ilmi yanında,
deniz yanında bir damla gibidir. Ebu'l-Hasen Bahili'nin de, (benim ilmim,
Ebu'l-Hasen Eşari'nin ilmi yanında, deniz yanındaki bir damla gibidir) dediğini
işittim."
İmam-ı Eşari, gayet tatlı, açık ve ikna edici konuşurdu. Bu sebeple hocası
Cübbai, daha önce münazaralara kendi yerine onu gönderirdi. Hakkın, doğrunun
ortaya çıkması için mücadeleyi sever, yazarak ve anlatarak hak uğrunda
müdafaadan yılmazdı.
İmam-ı Eşari hazretlerinin zamanı, mutezile fırkasının Ehl-i sünnete çok
saldırdığı, hatta zorbaya baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Valilik,
kadılık gibi makamlar, mutezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu.
Böylece bozuk itikadlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, imanları ile
oynuyorlardı. Bu sırada imam-ı Eşari ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitaplar
yazarak onları reddediyor, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmam-ı Eşari
ayrıca, mutezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münazaralara girip, onları
susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hatta devlet erkanından
olanlarının makamına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Onlar valilik,
kadılık gibi makamlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz
de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp,
hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?"
Ebu Abdullah ibni Hafif şöyle anlatmıştır:
"Gençliğimde, imam-ı Eşari hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim. Basra'ya
vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zat gördüm. Ona, "Ebu'l- Hasen
Eşari hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu
seviyorum ve görüşmek istiyorum" dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel" dedi.
Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri
gelenlerinden birinin evine götürdü, içeri girince, o zata yer gösterdiler. O da
oturdu. Mutezilenin meşhur âlimleri, münazara için orada toplanmıştı. Biz girip
oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir mutezile âlimine
çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni
oraya götüren zat karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor,
doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam ikna
edip, doyurucu bilgi veriyordu.
Ben, bu zatın haline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat
kimdir?" dedim. "Ebu'l-Hasen Eşari'dir" dedi. İmam-ı Eşari evden çıktıktan
sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, İmam-ı Eşari'yi ve hizmetini
nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalade" dedim.
Sonra, "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları
sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim.
“Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dininde
yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isnat edip,
kendilerine doğrusunu bildiriyoruz” buyurdu."
İmam-ı Eşari; eser yazmak, münazaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek
suretiyle, Ehl-i sünnet itikadının yayılması ve böylece insanların saadete
kavuşması hususunda büyük hizmetler yapmıştır. Yetiştirdiği talebelerinden bir
kısmı şu zatlardır: Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebu'l-Hasen Bahili, Ebu
Abdullah bin Hafif Şirazi, Hafız Ebu Bekr Cürcani el-ismaili, Şeyh Ebu Muhammed
Taberi el-Iraki, Zahir bin Ahmed Serahsi, Ebu Abdullah Hameveyh es-Sayrafi,
Dimyani.
Bunlardan Ebu Abdullah Tai, imam-ı Ebu Bekr Bakıllani'nin hocasıdır. Ebu'l Hasen
Bahili de Ebu İshak isferani'nin ve hocası olan Ebu Bekr Fürek'in hocasıdır. Bu
zat, önceden imamiyye fırkasından iken, Ebu'l-Hasen Eşari hazretleri ile yaptığı
bir münazara ve ilmi mübahese sonunda hatasını anlayıp, imamiyye fırkasını terk
edip, Ehl-i sünnet itikadına girdi, imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikadı Basra'da
yaydı, ibni Hafif ise, İmam-ı Eşari'nin en meşhur talebelerinden olup, (Şeyh-i
Şiraziyyin) Şirazlıların şeyhi, üstadı ismiyle meşhur olmuştur.
Diğer meşhur bir talebesi olan Dimyani ile İbni Hafif, İmam-ı Eşari'nin münazara
meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebu Abdullah Hameveyh
es-Sayrafi, uzun müddet imam-ı Eşari'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi
Sirafa dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; imam-ı Eşari'nin bildirdiği
itikad bilgilerini memleketinde yaymıştır.
Şeyh Ebu Ali Zahir de, hocası imam-ı Eşari'den öğrendiği Ehl-i sünnet
bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikad
bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicri 300 senesinden
itibaren Irak havalisinde, İran'da yayıldı. Selçuklu devleti hükümdarlarının
resmi mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdafaa edilip, Şam ve
Bağdat çevresinde yayıldı. Selahüddin Eyyübi Mısır'ı fethedince, orada da
yayıldı.
Eserleri:
İmam-ı Eşari hazretlerinin eserleri, beş grupta toplanır:
1. Kırk yaşından önce mutezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan
iptal etmiştir.
2. Felsefecilere, yahudi, hıristiyan ve mecusilere yazdığı
reddiyeler.
3. Hariciye, mutezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4. Makalatlar
5. Kendisine sorulan suallere cevap olarak yazdığı risaleler ve
diğerleri.
İmam-ı Eşari hazretlerinin pek çok eseri vardır. Bunları ibni Asakir "Tebyin"
isimli eserinde, ibni Fürek'den nakledip, isimlerini yazmıştır, ibni Fûrek ise,
"Ebu'l-Hasen el-Eşari, el-Umed (veya el-Gamed) adlı kitabında, kendi eserlerini
saydığını bildirmektedir. Bu eserler, onun yanında dersini dinleyenlere
söyleyerek yazdırdıkları, çeşitli İslam memleketlerinden sorulan suallere
verdiği cevapları ihtiva eden, üçyüzyirmi senesine kadar yazdığı kitaplardır.
Bundan sonra üçyüzyirmidört senesine kadar da pek çok eser yazmıştır"
demektedir, İbni Fürek ayrıca, Ebu'l-Hasen el-Eşari'nin el-Umed adlı eserinde
isimlerini bildirdiği eserlerden başka kitaplarını da bildirmektedir.
"El-Umed" adlı eserde bildirilen kitaplardan bazıları:
1) Kitab-ül-F'usül: Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler,
dehriler, zamanın ve âlemin kadim olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapta;
brehmenler, yahudiler, hıristiyanlar ve mecusilere de cevaplar vermiştir. Bu
kitap büyük bir eserdir.
2) Mücez: On iki kitaptan ibarettir.
3) Halk-ül-efal
4) İstitaa hakkındaki kitap
5) Sıfatlar hakkındaki kitap
6) El-Luma fi'r-reddi ala ehli'z-zeygi ve'l bida': Kur'an-ı kerim, Allahü
teâlânın iradesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitaa, va'd ve va'id ve
imamet meselelerinden bahseden on bölüm ihtiva eden kıymetli bir kitaptır,
İmam-ı Eşari hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir
kaynaktır. Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında,
ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce’ye tercümesi
vardır. Spitta, bu eseri hülasa ederek, Joselp Heli tarafından Almancaya tercüme
edilmiştir.
7) Risalet-ül-iman: Spitta bu kitabı Almancaya tercüme etmiştir.
8) Kitab-ul-Funün: Mulhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
9) Kitab-ün-Nevadir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.
10) Dehrilerin (dinsizlerin) Ehli tevhide karşı yaptıkları bütün itirazlarının
toplandığı bir kitap.
11) El-Cevher fi'r-Reddi ala ehli'z-Zeygi vel-Münker.
12) Nazar, istidlal ve şartları hakkında Lübbai'nin suallerine verilen cevaplar.
13) Mekalat-ül-felasife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir.
Kitap üç makaleyi ihtiva eder. Eserde ibni Kays ed-Dehri'nin bazı şüpheleri,
Aristo’nun sema (gök) ve alem hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hadiseleri,
saadet ve şekaveti yıldızlara bağlıyanlara lazım gelen şeyler açıklanmıştır.
14) Cevab-ül-Horasaniyyin: Çeşitli meseleleri ihtiva eder.
El-Umed'de bildirilenlerden başka, ibni Fürek'in zikrettiği eserlerinden
bazıları da şunlardır:
1) Tenasühe inananlar hakkındaki eser.
2) Mantıkçılara dair yazılan eser.
3) Hıristiyanlar hakkında yazılan kitap.
4) Delail-ün-nübüvve hakkındaki kitap.
İmam-ı Eşari'nin ayrıca: Risale ketebbiha ila ehli's-sagr bi
bab-ül-ebvab adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas dağlarının Hazar denizi ile
bitiştiği yerde bab-ül-ebvab (Demirkapı yahud Derbend) denilen kasabanın
âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerini geniş olarak
anlatmaktadır.
Bunlardan başka şu eserleri de meşhurdur:
Makalat-ül-islamiyyin: Bu eserinde itikadi fırkalardan ve kelam ilminin
ince meselelerinden bahsetmektedir. Matbudur.
El-ibane an usül-üd-diyane; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış
olup, bu husustaki delilleri içinde topladığı eseridir.
Kavl-ül-cumlat, Eshab-ül-hadis ve Ehlüs-Sünne fi'l-itikad (basılmamıştır.)
Risalet-ül-istihsan el-Havdu fi ilm-il-kelam, basılmıştır, ingilizce
tercümesi vardır.
İzah-ül-Bürhan et-Tebyin ala usülid-din
Kitab-ül-ulüm
Tefsir-ül Kur'an- eş-Şerh vet-tafsil.
Doğru yolun temel bilgileri
İmam-ı Eşari hazretlerinin, Kafkas sıradağlarının Hazar Denizine ulaşan
ucunda Bab-ül-ebvab (Demirkapı veya Derbend) denilen kasaba âlimlerine, Ehl-i
sünnet itikadını bildirmek için yazdığı "Risaletün ila ehli's-sagr"
(Hudüd ahalisine bir mektub) adlı eserinde bazı bölümlerin tercümesi şöyledir:
Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi, doğru yola ulaştıran sünnet-i seniyyeye
uymayı sevdirdi. Helake götüren bid’atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakînin
(kat'i ve kuvvetli imanımızın) hasıl ettiği serinlik ve huzur ile doldurdu.
Müslümanlık ile bizi aziz kıldı. Bizi, Resulüne uyanlardan, Onun rehberliğine
yapışanlardan eyledi. Bid’atlere dalıp, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın yolundan
ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemaatle beraber olmayı ihsan etti.
Resulullaha salat-ü selam olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına
davet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine
mucizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızasına nasıl
ulaşılacağını Onun ile bildirdi, içlerinde kendisine delalet eden deliller
bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihayet bâtıl, sönüp gitti. Hak,
galip ve muzaffer olarak parladı.
Resulullah, Peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri
tebliğ edip, ümmetine nasihatte bulundu.
Şimdi! Ey Bab-ül-ebvab halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri
yüce kudreti ile muhafaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medinet-üs-Selam'da
(Bağdad'da) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nimetleri içerisinde olduğunuzu,
halinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı.
Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsanını tamamlamasını, size ve bize
olan nimetlerini artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duaları kabul eden
Odur. Büyük lütuflarda bulunmak Ona layıktır.
Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene 267 (m. 881) bir takım sualler
sormuştunuz.
Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi,
faydalı olduğunu, doğruluğunu kabul ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi
kendilerine inandırmak isteyen (o kimselerden) yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz.
Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resulüne uymaktan alıkoyanların
şüphelerinden bizi ve sizi muhafaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamd ettim.
Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i salihinin asıl kabul edip, dayandıkları
bazı hususları (yazmamı) istiyorsunuz.
Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak suretiyle, bid’at sahiplerinin
düştüğü, Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyyeye muhalefet durumuna düşmekten
kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyacınız olduğunu bildirdiğiniz için,
size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suallerinize ve
isteklerinize cevap vermekte acele ettim.
Size bazı temel bilgileri, delilleri ile beraber bildirdim. Bu deliller, sizin
Selef-i salihine tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehli bid’atin ise, Selef-i
salihine muhalefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hata
ettiklerini, bununla şer'i delillerden, Resulullahın bildirdiği şeylerden
ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri red eden, Peygamberlerin
getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir.
Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim.
Allahü teâlâdan yardım dileyerek ve Ona güvenerek, sizin isteklerinizi yerine
getirmekle, sevaba kavuşacağımı ümit ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfidir ve O ne
güzel vekildir.
Allahü teâlâ sizi doğru yola hidayet eylesin. Biliniz ki, Selef-i salihinin ve
onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamı bütün dünyaya Peygamber olarak gönderdiği
zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir
kısmı kitabi idi. Bunlar, Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncil'i
değiştirmişler, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya davet
ediyorlardı.
Bir kısmı felsefeci idi. Bunlar, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde,
yanlış neticelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya
çıkmıştı.
Bir kısmı, brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlânın Peygamberlerini inkâr
ediyorlardı.
Bir kısmı, dehri idi. Bunlar da, kâinatın sonsuz olarak devam edeceğini, yok
olmayacağını iddia ediyorlardı.
Bir kısmı, mecusi idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri
iddia ediyorlardı.
Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Bunlar da şaşkınlık
içerisinde kalmışlardı.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam ise, insanların, kâinat ve içindekilerin
sonradan yaratılmış birer mahluk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sahibi
ve maliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına davet etti.
Onlara, üzerinde bulundukları yolun yanlış olduğunu, böyle bâtıl yolları terk
etmelerini istedi. Resulullah onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise,
Allahü teâlâdan bildirdiği hususlarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve
mucizelerle ispat etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı.
Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı bunları insanlara bildirmesi
ve izah etmesi için gönderdi. Resulullah, insanlara, kendilerinde dil, suret ve
daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliğin ise onların
sonradan yaratılmış olduklarını gösterdiğini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde
ve gerekse, onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, iradesine
ve tedbirine delalet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi.
Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen, "Arzda da gerçekten tasdik
edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerde vücut
yapınıza kadar;) bir çok alametler vardır (ki, hep Allahü teâlânın
kudretine, ilmine azamet ve iradesine delalet ederler;) Hâlâ görmeyecek
misiniz" buyurdu. (Zariyat 20-21)
Yine, insanın yaratılış safhaları, suret ve şekillerindeki değişik durumlara da
mealen şu âyet-i kerime ile işaret buyuruldu:
"Andolsun ki, Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık.
Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir
su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan
pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik.
Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratışla (ruh ve nutuk
verip) insan haline getirdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü
teâlânın şanı ne kadar yücedir." (Müminun 12-13-14)
Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lazım olduğunu ifade eden, Onun
irade ve tedbirine delalet eden en açık delillerdendir.
İnsan çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara
kabiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir suretle değil de, kendisine has
özellikleriyle malum olan ve en güzel surette meydana gelmesi mutlaka bir
yaratıcının varlığını göstermektedir.
İnsana baktığımızda şunları görüyoruz:
1- İnsanın başka varlıklarda bulunmayan, kendisine mahsus bir sureti
vardır.
2- İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin
edebilmesi için hazırlanmış bir takım vasıtalara (duyu organları) sahiptir.
3- İhtiyaç hasıl oldukça, tertip üzere hazırlanmış gıda aletleri, mesela,
yeni doğmuş çocuk gıdasını, önce annesini emmek suretiyle temin eder. Çünkü o,
bu sırada dişsizdir. Gıdasını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra,
dişlerle donatılır. Gıdasını yemekle elde eder.
4- Ağızdan alınan gıdalar, mideye gelir. Mide, kendisine ulaşan gıdaları
pişirir. Bu gıdalara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan
geçerek, tâ saçlara ve tırnaklara kadar ulaşır.
5- Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücudun şeker durumunu ayarlamak,
zehirleri bir dereceye kadar zararsız hale getirmek gibi bazı vazifeler için
hazırlanmıştır.
6- Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara
iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek
için hazırlanmıştır.
7- Ayrıca alınan gıdalardaki fazlalıkların atılması için gerekli aletler
(a'zalar). Bunlardan başka, tesadüfi olarak düşünülmesi imkansız olan, mutlaka
bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamayacak
kadar çok şey vardır.
Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir
yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sahibi anlar.
Aynı şekilde, bir plan dairesinde düzenleyen, kasteden bir bina yapıcısı
olmadan, bir binanın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, yukarıda saydığımız
hallerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden,
tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.
Sonra Allahü teâlâ mealen: "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını,
kudret ve azametini gösterir, kesin deliller vardır" âyet-i kerimesiyle
[Al-i imran 190] bu hususu (Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan
yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını) ve bunda çeşitli hikmetler
bulunduğunu daha ziyade beyan eyledi. Feleklerin (Dünya, Ay, Güneş v.s.)
hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve miktarına işaret buyuruldu.
Mesela, gece, insanların istirahatı olduğu gibi ve mahsüllerine fazla gelen
güneş hararetini (sıcaklığını) serinletmektedir.
Gündüz ise, mahlukatın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için
yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda temin edecek
şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mani olacaktı. Aynı şekilde devamlı
gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek
takatin (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktarda istirahat etmedikleri
için insanlar helak olurlardı.
Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için takatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın
bir kısmı gündüz, istirahatları için yeterli bir miktarı da gece kılındı.
Böylece, onların halleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün
sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lazım olan
kadarını alacaklardır.
Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlukatına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsanda
bulunmuştur. Yine, mahlukatı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münasip ve
muvafık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi alemi saran renkten
olmasaydı, gözleri bozacaktı.
Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan
hükümlerin (kanunların); Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, mealen
"Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor.
Andolsun ki zeval bulurlarsa, onları Ondan başka kimse tutamaz. Gerçekten O,
hâlimdir. Azap için acele etmez, gafurdur (çok bağışlayıcıdır) âyet-i
kerimesiyle işaret buyuruldu. (Fatır 41)
Bu âyet-i kerime ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü
teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da
yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.
Sonra felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan
meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki
iddialarının bozukluğunu bize; Allahü teâlâ mealen "Arzda birbirine komşu
kıt'alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız
hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de
bazısını bazısına üstün kılıyoruz. (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.)
Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler
(alametler) vardır" buyurdu. (Rad 4)
Daha sonra Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin
intizam ve tertip dairesinde cereyan etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ
işlerinde hiçbir ortağı bulunmadığını mealen, "Eğer yer ile gökte, Allah’tan
başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de fesada uğrar, yok olurdu" âyet-i
kerimesi ile bildirdi. (Enbiya 22)
Sonra, önce yaratıldıklarını kabul ettikleri halde, öldükten sonra tekrar
diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu
bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim
diriltecek dedikleri zaman mealen "(Ey Resulüm) de ki: "Onları ilk defa
yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamamiyle bilir" buyurdu. (Yasin 79)
Sonra bunu onlara: Mealen "O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş
yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz" âyet-i kerimesi ile beyan
eyledi. (Yasin 80)
Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgar sebebi ile biri diğerine sürtülünce tutuşan
uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere,
parçalanmış derilere, hayatı iade etmenin caiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile
murah) eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)
Sonra putlara tapanların yüzlerine vurarak, kendi yonttukları şeylere ibadet
etmenin bozukluğunu mealen, "Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"
kavli ile beyan etti. (Saffat 95)
Sonra mealen "Sizi de, yaptıklarınızı da Allahü teâlâ yarattı" buyurdu.
(Saffat 96)
Böylece putlara değil, kendisine ibadetin vacip olduğunu beyan etti. Eğer sizin
yontmanız olmadan, put, put olmuyorsa, Allahü teâlânın yaratması olmadan da,
sizin suret ve heyetlerinizin olmayacağı, evvel emirde (kolayca) bilinen bir
şeydir. Bundan dolayı, sizi ve sizin yonttuğunuzu yaratmak sureti ile,
yonttuğunuz şeyleri de ben yaratmış olduğumdan, ibadete onlar değil ben layığım;
çünkü sizi, işlerinizi yapmanıza muktedir kılan benim, buyuruyor.
Allahü teâlâ. Peygamberlerini inkâr edenleri de Enam suresi 91. âyet-i
kerimesinde red buyurdu. Mealen; "Yahudiler, Allahü teâlânın kadrini, gereği
gibi tanıyamadılar. Çünkü: "Allah hiçbir insana bir şey indirmedi" dediler.
(Vahy ve kitapları inkâr ettiler.) Onlara de ki: "Musa'nın insanlara bir nur
ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kağıtlar haline koyup
hesabınıza geleni açıkladığınız fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi?
Sizin bilmediğiniz ve atalarınızın da bilmediği şeyler, size
(Peygamber diliyle Kur'an-ı kerimde) öğretilmiştir. Ey Resulüm! Sen, Allah
(indirdi) de! Sonra onları bırak. Bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar."
Nisa suresi 165. âyet-i kerimesinde ise mealen: "(iman edenleri Cennetle)
müjdeleyici, (küfredenleri Cehennemle) korkutucu olarak Peygamberler
gönderdik ki, bu Peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın)
kıyamette "Bizi imana çağıran olmadı" diye Allahü teâlâya bir hüccet ve özürleri
olmasın" buyuruldu.
Resulullahın Ehl-i kitaba karşı onların kitaplarında, kendi vasıflarının
bildirilmesi, isim ve hususiyetlerine işaretlerin bulunması ile delil getirdi.
Ehl-i kitap bunları gizledi.
Allahü teâlâ, Resulullaha hak Peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu
hakkında, mucizelerle yardım eyledi. Resulullaha en büyük mucize olarak Kur'an-ı
kerim verildi. Müşrikler, Kur'an-ı kerimin Allahü teâlânın kelamı olduğuna
inanmıyorlar, Hazret-i Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en
fasih ve edebiyatta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'an-ı kerimin on suresi
veya bir suresi gibi bir söz söylemelerini istedi, insanlar ve cinler bir araya
gelseler bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz
söylemekten aciz kaldılar. Böylece onların, Resulullaha iman etmeme hususunda
özürleri ortadan kalkmış oldu.
Hazret-i Musa da Firavun'un sihirbazlarını, asasıyla rezil ve rüsva etmekle, hem
sihirbazların ve hem de diğer insanların kendisine iman etmeme mazeretlerini
gidermişti. Musa aleyhisselamın asasından meydana gelen harikulade hallerin
kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile
geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazları
ve hem de başkaları kanaat getirdi. (Nihayet, bu mucize karşısında sihirbazlar,
Hazret-i Musa'ya iman ettiler.)
Hazret-i İsa da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca
olanları iyileştirmek, o zamanda insanları aciz bırakan şeylerle (mucizelerle),
o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama
mazeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın
yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)
Resulullah da, kendi kavminden olan, edebiyatta yüksek dereceye ulaşan
edebiyatçıların, kendisine iman etmeme hususunda bu mazeretlerini bertaraf etti.
Çünkü, Kur'an-ı kerimin edebi yüksekliğini onlar da kabul ediyorlardı.
İşte Resulullah efendimiz, yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere,
getirdiği deliller ve mucizelerle, yollarının bozuk olduğunu, davet ettiği yolun
ise doğru olduğunu anlatıyordu. Resulullah efendimiz, onlara daima karşısında
duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde,
fevkalade ihtiraslarından dolayı, iman etme şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resulullaha verdiği mucizelerden bazısı şöyledir:
Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemaatı, az bir yiyecek ile doyurması,
susuzluk zamanlarında, mübarek parmakları arasında fışkıran suyla, hayvanları ve
sahiplerini kanana kadar su içirmesi, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış
koyunun ben zehirliyim diye haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması
üzerine ağacın yerinden sökülerek huzurlarına gelmesi, emri üzerine ağacın
tekrar yerine gitmesi, insanlar kalblerinde saklayıp da haber vermesini
istedikleri şeyleri haber vermesi.
Allahü teâlâ gizliyi, gizliden daha gizli olanları da bilir. Her şey Onun
yanında hazır gibidir. Yer ve gökte hiç bir şey ondan gizli kalamaz.
Kıyamet günü müminler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı
kerimde mealen: “Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyamette) güzelliği
ile parıldar. (O yüzleri) Rablerine bakar” buyurmaktadır. (Kıyamet
22-23)
Resulullah da:
"Ayı gördüğünüz gibi, kıyamet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. Onu
görmekte güçlük çekmeyeceksiniz" buyurmaktadır.
Allahü teâlâ yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. O istediğini saptırır,
istediğini hidayetiyle doğru yola iletir, istediğini aziz, istediğini fakir,
istediğini zengin eder. Onun işlerinde asla noksanlık yoktur. O, her şeyin
mutlak sahibi ve malikidir. O istediğini yapar.
Allahü teâlâ mahlukatını iki kısma ayırdı. Cennete gidecekleri, isimleri ve
babalarının isimleri ile beraber yazdı. Cehenneme gideceklerin isimlerini de
yazdı. Resulullah efendimizle Hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu.
Hazret-i Ömer Peygamber efendimize "Ya Resulallah! Bizim evvelce hesap ve
kitabımız görülüp bitmiş mi, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş mi?" diye
sorunca, Resulullah efendimiz: "[Allahü teâlâ ezeli ilmi ile kimin
cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bildiği için] Bunlar, hesabı ve kitabı
görülüp bitmiş işlerdir" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: "Öyleyse
niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) ya Resulallah?" diye sorunca
Peygamber efendimiz: "İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi
yapmak kolay olur" buyurdu.
[İnsanın işlerini Allahü teâlânın ezelde takdir etmesi demek, insanın neleri
irade edeceğini bilmesi ve dilemesi demektir. Bunları Levh-i mahfuz’da
yazmıştır. Böyle olduğu için, kulun mecbur olması gerekmez.
Takvimlere, bir sene içinde güneşin ne zaman doğup, ne zaman batacağı,
hesaplanarak yazılmıştır. Güneş, takvimde bildirilen saatlerde doğup batar.
Güneş, takvime öyle yazıldı diye bilinen saatlerde doğup batmaz. Takvime
yazılması, güneşin doğmasına ve batmasına tesir etmez.
İşte Allahü teâlânın da, ezeli ilmi ile, kulların kendi istekleri ile günah veya
sevap işleyeceklerini bilmesi, kulların işlerine cebri bir müdahale değildir.]
Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin iman etmeye davet ettiği şeylere iman
eden kimseleri, küfürden başka hiçbir günah imandan çıkarmaz, imanlarını, ancak
küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle imandan çıkmayıp, dinin
bütün emirleriyle mükelleftirler.
Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ mealen: "Ey iman
edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle
beraber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp
iseniz boy abdesti alın" Maide suresi, 6. âyet-i kerimesi ile mümin diye
isimlendirmiştir. Eğer akidesi bozuk olan Kaderiyye'nin [ve vehhabilerin] dediği
gibi günahkârlar, günahları sebebiyle imandan çıkmış olsalardı, onlara abdest
farz olmazdı. Allahü teâlânın hitabı da bütün müminlere değil, yalnız itaat
edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ, mealen "Ey iman edenler! Cuma günü namaz
için ezan okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz
kılmaya) koşunuz. Alış-verişi bırakın" buyurdu. (Cum'a 9)
Bu hitabı yalnız itaat edenlere tahsis buyurmadı. Bu hitap aynı zaman da
günahkârları da içerisine almaktadır.
Küfrü gerektiren bid’at ve işlerden başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr
olanlardan hiçbir kimse hakkında Cehennemliktir diye hükmedilemez. Allah’ın ve
Resulünün Cennetle müjdelediklerinden başka hiçbir müslüman için isim vererek
Cennetliktir denilemez.
Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen, "Muhakkak ki, Allahü teâlâ, kendisine
ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden mağfiret
buyurur (affeder)" âyet-i kerimesi ile delalet ediyor. (Nisa 6)
Çünkü, Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, asiler hakkındaki iradesinin ne
olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz: "Ehl-i kıbleden
hiç kimseyi, kendi kendinize Cennete, yahut Cehenneme koymayınız" buyurdu.
İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu hususa
mealen, "Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan
ve Allah katında) kerim olan katip melekler var" âyet-i kerimesi ile
delalet buyurdu. (İnfitar 10-11)
Kabir azabı haktır, insanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihan
edilecek.
Kabirde sual sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi
kolaylaştıracaktır. Kıyamet günü ilk sur üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü
teâlânın diledikleri bayılıp düşecek, (ölecekler) ikinci surun üfürülmesi
üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları,
ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek, (Dünyada
iken) Allahü teâlâya itaat eden ve isyan eden bedenler, kıyamet günü
diriltilecektir. Yine dünyada iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve
diller de diriltilecek, sahipleri hakkında şahidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ
insanların amellerini tartmak için terazi koyacak. Kimin sevabı ağır gelirse, o
kurtulacaktır. Kimin de sevabı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır.
Kıyamet gününde insanlara, amel defterleri verilecek. Amel defteri sağ eline
verilen kimsenin hesabı kolay görülecektir. Amel defteri sol eline verilenler
azap göreceklerdir.
Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür, insanlar oradan amellerine göre
süratli veya yavaş olarak geçecekler. [Yalnız kıyamette köprü, terazi vardır
denince, dünyadaki köprü ve teraziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de
durum böyledir. Ahirette amellerin tartılması için terazi kurulacağına inanmalı,
fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir. Mesela, (Sınıf geçmek için
imtihan köprüsünden geçilir) diyoruz. Halbuki imtihanın köprüye benzer tarafı
yoktur. Sırat köprüsü de, bilinen köprülere veya imtihan köprüsüne hiç benzemez.
(S.Ebediyye)]
Kalbinde zerre miktarı imanı olan kimse, Cehennemde günahı kadar yandıktan
sonra, Cehennemden çıkacaktır.
Resulullahın şefaati, ümmetinden büyük günah sahipleri için olacaktır.
Ümmetinden bir kavmi yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat
nehrine atılacaklar, vücudu hiç azap görmemiş gibi terü taze olacak. Kıyamet
gününde Resulullahın havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan
içen kimse, bir daha susamıyacaktır.Tuttukları doğru yolu; Peygamber
efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar.
Resulullahın mirac gecesi semaya çıkarıldığına dair habere iman etmek vaciptir.
Deccal'e, İsa aleyhisselamın inerek Deccal'i öldüreceğine, güneşin batıdan
doğacağına, Dabbet-ül-ardın çıkacağına ve bunlardan başka, sika (güvenilir)
zatların Peygamberden bize nakledip, doğruluğunu bildirdikleri, diğerleri gibi
kıyametten önce vukua geleceklerine dair tevatür ile bildirilen diğer alametler
hakkında gelen haberlere iman etmek lazımdır.
Peygamber efendimizin, gerek Allahü teâlânın kitabında ve gerekse sahih olan
hadis-i şeriflerinde, bütün getirdiklerini tasdik etmeye, bunların muhkemleriyle
amel, müşkil, müteşabih olanların nassını ikrar etmenin (kabul etmenin)
tefsirini, ilim ihata edemeyecek olanların hakikatini, ilmi ilahiyeye havale
etmek vaciptir.
Müminlerin üzerine, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker (iyiliği emredip,
kötülükten alıkoyma) vaciptir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil
ile mani olurlar. Muktedir olmazlarsa kalbleri ile o işi kötü görürler.
Peygamber efendimizin hadis-i şerifi gereğince, asırların hayırlısı, Eshab-ı
kiramın zamanıdır (asrıdır) Sonra Tabiin ve Tebe-i tabiin asırlarıdır.
Eshab-ı kiramın en üstünü, Bedir muharebesine katılanlardır. Bunların en üstünü,
Aşere-i mübeşşeredir (Cennetle müjdelenen on Sahabi). Aşere-i mübeşşerenin en
üstünü dört halifedir. [Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman,
Hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anhüm)] Bunların halifelikleri, o zamandaki
müslümanların rızası ile olmuştur. Müslümanlar bu tertip üzere ittifak ettiler
(birleştiler).
Muhacir ve Ensardan ibaret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra
efdaliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamberimizin da'vet ettiği
şeylere iman ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yahut onu bir defa gören
Eshab-ı kiram, Tabiinden üstündür.
Eshab-ı kiram için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından
sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahih ve doğru
tevil yolları aramalı, takip ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsni zan
etmelidir.
[Eshab-ı kiram arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden dolayı bilmelidir. Bu
ayrılıklar, nefsin arzuları, mevki, rütbe, sandalye kapmak, başa geçmek
sevgisinden dolayı değildi. Çünkü, bütün bunlar, nefs-i emmarenin
kötülükleridir. Eshab-ı kiramın nefsleri ise, insanların en iyisinin
(aleyhisselam) sohbetinde, karşısında tertemiz olmuştu.
Şu kadar var ki, Emir'in yani Hazret-i Ali'nin halifeliği zamanında olan
muharebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılan hata etti. Fakat ictihad hatası
olduğundan bir şey denemez. Nerde kaldı ki, fasık denilsin, ictihad hatası,
fısk, günah değildir. Hatta ayıplamaya bile izin yoktur. Çünkü, ictihadda hata
edene de bir sevap vardır. Eshab-ı kiramın hepsi müctehid idi. Hepsi adil idi.
Herbirinin verdiği haber makbul idi. Hazret-i Ali'ye uyanların ve ondan
ayrılanların verdikleri haberler, doğrulukta ve güvenilmekte farksız idi.
Aralarındaki muharebeler, itimadın gitmesine mani olmamıştır.
O halde hepsini sevmek lazımdır. Çünkü, onları sevmek. Peygamber efendimizin
sevgisinden dolayıdır. Bir hadis-i şerifte, "Onları seven, beni sevdiği için
sever" buyurulmuştur. Onlara düşmanlık, Peygamberimize düşmanlık olur.
Hadis-i şerifte, "Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder"
buyurulmuştur. O büyükleri tazim etmek, hürmet etmektir. Onlara hürmetsizlik,
tahkir etmek, Onu tahkirdir. Evliyanın büyüklerinden Ebu Bekr-i Şibli buyuruyor
ki: "Eshab-ı kirama tazim etmeyen, kıymet vermeyen bir kimse, Resulullaha iman
etmemiş olur."] Bu hususta Selef-i salihin, Peygamber efendimizin "Eshabımı
zikrederlerse, siz kendinizi tutunuz" hadis-i şerifine uydular. Ehli ilim,
bu hadis-i şerifin manası için "iyiliklerinden başkası ile onları zikretmeyiniz
(anmayınız) demektir, dediler.
Yine Peygamber efendimiz: "Eshabım hakkında bana eziyet etmeyiniz. Nefsim
kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer sizin biriniz hayır yolunda
Uhud dağı kadar altın infak etse, onların küçük ölçek, hatta yarım ölçeklerine
bile varamazsınız" buyurdu. Yine Allahü teâlâ mealen "Muhammed
(aleyhisselam) Allahü teâlânın Peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar
(Eshab-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet
merhametlidirler. Onları rüku ve secde eder halde (namaz kılarken) Allahü
teâlâdan sevap ve rıza, istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz
kılmaları yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların
Tevrat'taki vasıfları budur" âyet-i kerimesi ile meth ve sena eyledi.
(Feth 29)
Şeyhaynın (yani Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer'in), diğer bütün ümmetten
üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan ya cahildir veya inatçıdır.
Yakub aleyhisselamın oğulları arasında meydana gelen işler, onların kıymetini
düşürmeyeceği gibi, dünya işlerinde, Eshab-ı kiram arasında olup-biten işler de
onların kadr-u kıymetlerini düşürmez. İster icma ettikleri, ister ihtilaf
ettikleri şeylerde olsun, Selef-i salihinin sözlerinin dışına çıkmak hiçbir
kimseye caiz değildir.
Peygamber efendimizin, "Ehli havaric Cehennemin kelbleridir" ve "iki
fırka var ki, onlara şefaat etmem; mürcie ve kaderiyye" diye rivayet edilen,
hadis-i şeriflerine binaen Eshab-ı kiramı sevmeyenler, hariciler, kaderiyye ve
mürcieden ibaret olan Ehl-i bid’ati zem ve onlardan uzak olup, onlarla beraber
olmamak gerektiğini islam âlimleri bildirmişlerdir.
Yine Peygamber efendimiz, "Kaderiyye bu ümmetin mecusileridir" buyurdu.
Bunlar, Allahü teâlânın yaratması gibi yaratabileceklerini iddia ettiler.
Müslümanların birbirlerine iyilik etmesi ve sevişmesi lazımdır. Fakat
Peygamberimizin Eshabından birisini, yahut Ehl-i beytini ve ezvacını (mübarek
zevcelerini) kötüleyenlerden uzaklaşmak gerekir.
İşte Selef-i salihinin üzerinde bulunduğu temel bilgiler bunlardır. Selef-i
salihin, bilgilerde kitap ve sünnetin hükmüne tâbi oldular. Halef (sonra gelen
âlimler) de bu hususta onlara uydu. Allahü teâlâ bizi ve sizi faydalandırsın.)