Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmını görenlerin zamanında yetişen en büyük velîlerden. On iki İmâmın beşincisidir. Hazret-i Hüseyin'in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretlerinin oğlu İmâm-ıCâfer-i Sâdık hazretlerinin babasıdır. Künyesi Ebû Câfer'dir. Bütün ilimlere vâkıf olduğu için kendisine ilimde ve fazîlette üstün mânâsına Bâkır denildi. 676 (H.57) senesindeMedîne-i münevverede doğdu. 731 (H.113) senesinde aynı yerde vefât etti.Cennetü'l-Bakî Kabristanında babasının yanına defnedildi.

Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Câbir ve hazret-i Enes bin Mâlik ile görüşüp onlardan ve Tâbiînden olan büyük zâtlardan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet eden Muhammed Bâkır hazretleri Medîne'nin büyük fıkıh âlimlerinden oldu. Zamânında bütün dünyâdaki evliyânın feyz kaynağı oldu. Evliyâlık yolunda olanlara feyzler onun vâsıtasıyla geldi. İmâmlığı on dokuz sene sürdü.

Ebû İshâk es-Sebîî, Atâ bin Ebî Rebâh, Amr bin Dînâr, İbn-i Şihâb ez-Zührî, Rebî bin Heysem, Haccâc bin Evtâd, Mekhûl eş-Şâmî, İmâm-ı Evzâî, İmâm-ıA'meş, Kâsım bin el-Fadl, İbn-i Cüreyc ve başka âlimler de kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet ettiler. Buharî ve Müslim bu hadîs-i şerîflerden bâzılarını kitaplarına aldılar.

Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i çok severdi. Zamânında bâzı kimselerin bunlara düşmanlıkta bulunduklarını ve bunu da Ehl-i beyte olan sevgilerinden yaptıklarını iddiâ ettiklerini duyunca, çok üzüldü: "Ben hazret-i Ebû Bekr'le hazret-i Ömer'e düşmanlık eden kimselerden uzağım. Onlar da benden uzaktır" buyurdu.

Bir gün, sohbet esnâsında, hazret-i Ebû Bekr'den rivâyetle bir hadîs-i şerîf okudular. Orada bulunanlardan birisi; "Hayır, bu hadîs-i şerîfin râvisi, Ebû Bekr değil, başka bir zâttır." dedi. Bunun üzerine İmâm; "Bu hadîs-i şerîfin râvisi Ebû Bekr'dir." buyurdu. O kimse iknâ olmayıp, îtirâza devâm edince, İmâm-ıMuhammed Bâkır hazretleri toparlandı, ellerini dizlerine koydu ve; "Ey hazret-i Ebû Bekr! Bu hadîs-i şerîfin râvisi siz değil misiniz?" dedi. Bunun üzerine "Evet, yâ Muhammed bin Ali, doğru söylüyorsun. O hadîs-i şerîfin râvisi benim." sesi duyuldu ki, herkes bu sesi işitti.

Medîne'de bir grup insanla oturmuştu. Mübârek başını önüne eğdi. Bir müddet sonra kaldırdı ve; "Bir kişi, bir sene sonra Medîne'ye gelecek. Üç gün boyunca, dört bin asker bulunan ordusu ile nice insan öldürecek. Bundan büyük zarar göreceksiniz. Bundan sakınınız!" buyurdu. Buna Medînelilerden küçük bir grup ile Hâşimoğulları inandı. Çoğunluk inanmadı. Bir sene sonra kendisine inananları alarak Medîne'nin dışına çıktılar. Nâfi bin Ezrak ordusu ile geldi.Muhammed Bâkır'ın buyurduğu zararları yaptı. ArtıkMedîneliler; "Bundan sonra İmâm-ı Bâkır hazretlerinin her sözüne inanırız. Her sözü doğrudur. Çünkü o, Resûlullah efendimizin evlâdındandır." dediler.

İmâm-ı Muhammed Bâkır, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye bakıp; "İslâmiyeti bozanlar çoğaldığı zaman, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!" buyurdu.

Talebelerinden biri anlatıyor: "Mekke'de idim. Muhammed Bâkır'ı görmeyi çok arzu ettim. Medîne'ye vardığım gece, şiddetli yağmur ve soğuk vardı. Gece yarısı evinin kapısına geldim. Kapıyı vurayım mı, yoksa sabahı bekliyeyim mi diye düşünürken, içerden mübârek sesini işittim. Hizmetçisine"Kalk! Dışarıda biri var, kapıyı aç. O bu gece yağmura tutuldu, hava da soğuk." buyurdu. Kapı açıldı, içeri girdim."

Henüz hiçbir şey yok iken kendisinin Devrekiye'ye vâli olacağını ve çok geniş topraklara sâhib olacağını kerâmet olarak bildirdi ve gerçekten de bir müddet sonra aynı yere vâli oldu.

Zamânında bulunanlardan biri şöyle anlatıyor: Muhammed Bâkır ile berâberHalîfe Hişâm bin Abdül-Melik'in evine uğradık. "Bu ev harâb olacaktır. Hattâ toprağı başka yere nakledilip taşları açıkta kalacaktır." buyurdu. Bu söze çok hayret ettim. Halîfe Hişâm'ın evini kim yıkabilir, diye düşündüm. Nihâyet Hişâm vefât edip, yerine oğlu Velid geçti ve bu evin yıkılmasını emretti.Hakîkaten ev yıkıldı, toprağını başka yere naklettiler ve taşları açıkta kaldı.

İmâm-ı Muhammed Bâkır atlı olarak Medîne'ye gidiyorlardı. Biraz gidince, karşılarına iki kişi çıktı. İmâm hazretleri; "Bunları yakalayın, bunlar hırsızdır." buyurdu. Hizmetçiler o kişileri tutup bağladılar. İmâm, yanında bulunanlardan birine: "Şu dağa çık. Orada bir mağara görürsün, içine gir ve ne bulursan al getir." buyurdu. O kimse denileni yaptı. İçi elbise dolu iki tane bavul getirdi. Başka yerde başka bir bavul daha buldular. Nihâyet Medîne'ye geldiklerinde anladılar ki, iki bavulun sâhibi şüphelendiği bir kaç kişiyi hâkime bildirmiş, hâkim de onları çağırmış, azarlamaktadır. Hazret-i İmâm gelip; "Onları azarlamayınız, hırsızlar bunlardır." deyip elleri bağlı iki kişiyi hâkime teslim etti.Asıl hırsızlar anlaşılınca cezâları verildi. Getirilen iki bavul da sâhibine iâde edildi. Hırsızlardan biri tövbe, istigfâr etti ve şöyle dedi: "Elhamdülillah ki benim tövbe etmem, Peygamber efendimizin torunlarından olan bu zâtın sâyesinde, onun bereketi ile olmuştur." Bundan sonra, hazret-i İmâm o kimseye; "Senin, cezâ ile vücûdundan ayrılan parçan, senden yirmi sene önce Cennet'e gitti." buyurdu. O şahıs bu hâdiseden tam yirmi sene sonra vefât etti.

Aradan üç gün geçince yolda buldukları üçüncü bavulun sâhibi de geldi. Hazret-i İmâm, bavulu hiç açmadığı halde buyurdu ki: "Bu bavulun içinde iki bin altın var. Bin tânesi sana, bin tânesi başkasına âittir. Ayrıca bavulda, şöyle şöyle elbiseler var." Bavulun sâhibi hıristiyandı. Dedi ki: "Eğer bavulun içindeki emânet altınların sâhibinin ismini de söylersen, doğru söylediğine inanacağım." Hazret-i İmâm; "O kimse, Muhammed bin Abdurrahmân'dır. Sâlih bir zât olup, çok namaz kılar, çok sadaka verir. Şu anda dışarıda seni bekliyor." buyurunca, bavulun sâhibi olan hıristiyan müslüman oldu.

Muhammed Bâkır rahmetullahi aleyh, Mekke ile Medîne arasında bir katıra binmiş gidiyordu. Yanında birisi daha vardı ve o da merkeb üzerindeydi. O kişi şöyle anlattı: "Bir ara dağdan aşağı bir kurt inip geldi. İmâm'ın bindiği katırın eyerine ayaklarını koydu. Kendi hâlince bâzı sesler çıkardı. Hazret-i İmâm'a bir şeyler söylediği belliydi. İmâm-ı Muhammed Bâkır onu dinledikten sonra: "Peki, sen şimdi git, ben arzu ettiğin gibi duâ ederim." buyurdu. Kurt gittikten sonra bana dönüp: "Kurdun ne söylediğini biliyor musun?" diye sordu. Ben, "Allahü teâlâ, Resûlü veResûlün torunu bilir." dedim. Buyurdu ki: "Kurt, eşim şiddetli bir ağrıya tutuldu. Duâ buyurun da ondan kurtulsun ve senin dostlarından hiç kimse benim neslime musallat olmasın." dedi ve ben de duâ ettiğimi söyledim."

Gözleri kör olan Ebû Bâsir anlattı: Bir gün, İmâm-ı Muhammed Bâkır ile şöyle konuştuk: "Siz Resûlullah efendimizin torunlarındansınız." dedim. "Evet." buyurdu. "Siz Resûlullah'ın vârisisiniz." dedim. "Evet." buyurdu. "Peki sizde ölüleri dirilten, körlerin gözlerini açan, baras hastalığını gideren, evlerdeki yiyeceklerden, eşyâlardan haber veren kuvvet var mıdır?" dedim. "Evet, Allahü teâlanın izniyle vardır." buyurdu. Yanına yaklaşmamı buyurunca, yaklaştım. Mübârek elini yüzüme sürdü ve kör olan gözlerim birden açıldı. Görmeye başladım. Tekrar elini yüzüme sürdü. Gözlerim yine görmez oldu. Bunun üzerine buyurdu ki: "Dünyâda gözlerin görüp, âhirette hesâba çekilmek mi, yoksa hesapsız Cennet'e girmek mi istersin?" diye sordu. Ben de dünyâda görmeyip, âhirette Cennet'e hesapsız girmeyi tercih ettim. Gözlerim öyle kaldı.

Uygunsuz bir iş yaparak hazret-i Muhammed Bâkır'ın huzûruna giren birine; "Sakın bir daha o kötü işi yapma! Bu duvarların size perde olduğu gibi, bize de perde olduğunu mu zannediyorsun?" buyurdu.

Büyük zâtlardan birisi şöyle anlatıyor: Bir gün Muhammed Bâkır'ın yanına girmek için izin istedim. Yanında kardeşlerinden bir kaç kişi var, biraz bekle, dediler. Biraz bekledim. İçeriden on iki kişi çıktı. Dar elbiseler giymişlerdi. Tanımadığım kimselerdi. Selâm verip gittiler. Sonra ben içeri girdim. "Efendim, bu gidenleri hiç tanımıyoruz, acaba onlar kimlerdi?" diye sordum. "Onlar cinnî olan müslüman kardeşlerinizdir. Siz nasıl gelip, haramdan helâlden suâl soruyorsanız, onlar da gelip soruyorlar." buyurdu.

İbn-i Ukâşe-i Esedi rahmetullahi aleyh, İmâm-ı Bâkır'ın yanına geldi. İmâm-ı Câfer-i Sâdık da oradaydı. İbn-i Ukâşe; "Câfer'in evlenme vakti geldi." dedi. Hazret-i İmâm bunun üzerine; "Yakında bir yerden esir satıcısı gelecek ve falan yerde konaklayacaklardır." buyurdu. İbn-i Ukâşe'ye, ağzı mühürlü bir kese altın verdi ve; "O esir satıcısı gelmiştir, bununla ondan bir câriye satın alın." buyurdu. İbn-i Ukâşe esir satıcısının yanına gitti. Esir satıcısı, bütün câriyeleri sattığını, sadece iki tâne kaldığını söyledi. İbn-i Ukâşe; "Bir tanesini alalım." dedi. Câriyeyi çıkardılar. Esir satıcısına; "Kaça satacaksın?" diye sordular. O da "Yetmiş altın karşılığı." dedi. "Biraz ikrâm et." dediler. Esir satıcısı: "Bir kuruş ikrâm etmem." deyince, İbn-i Ukâşe; "Bu kesede kaç altın varsa kabûl et!" dedi.

Satıcı; "Noksan olursa kabûl etmem." diye cevap verdi. O sırada orada bulunan ak sakallı, yaşlı bir zât; "Altınları sayın." dedi. Altınları saydılar. Tam yetmiş altın idi. Câriyeyi alıp, İmâm-ı Bâkır'ın huzûruna getirdiler. Câfer-i Sâdık da oradaydı. İmâm-ı Bâkır, o hanıma; "Bekâr mısın, dul musun?" buyurdu. O; "Bekârım" dedi. İmâm-ıBâkır; "Bir câriye esir satıcısının elinden, nasıl olur da bekâr olarak kurtulur?" diye sordu. O hanım; "Esir satıcısı ne zaman yanıma gelse, ak sakallı, yaşlı bir zât gelip ona kuvvetli bir tokat vurur, yanımdan uzaklaştırırdı." Bundan sonra bu hanımla, Câfer-i Sâdık nikâhlandı. Bu temiz hanımdan, oniki imâmın yedincisi İmâm-ı Mûsâ Kâzım doğdu.

Câfer-i Sâdık şöyle anlatıyor: "Bir gün babam Muhammed Bâkır; "Ömrümün bitmesine beş seneden fazla kalmadı." buyurdu. Vefât ettiği zaman hesapladım. Bu sözü söyledikten sonra tam beş sene geçmişti."

Çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:

"Allahü teâlânın korkusundan dolayı yaşaran göz, Cehennem ateşinde yanmaz. Yâni Cehennem'e girmez. Allahü teâlânın rızâsı için bir kimsenin gözünden bir damlacık yaş dökülse, Allahü teâlâ o kimsenin çok günahını affeder."

"Bir kimsenin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında o kadar noksanlık var demektir."

"Kul ne kadar duâ ederse, Allahü teâlâ ondan o kadar belâyı giderir."

"Kendisinde mevcud olan bir kusuru başkasında arayan ve kendi işlemekte olduğu bir ayıbı başkasına yapmamasını emreden kimse ne kadar kusurludur."

"Dünyâ, uykuda gördüğün rüyâya benzer. Uyandığın zaman hiçbir şey kalmamıştır."

"Bir kimsenin seni ne kadar çok sevdiğini anlamak istersen, senin o kimseyi ne kadar sevdiğine dikkat et. Yâni sen onu ne kadar seviyorsan o da seni o kadar seviyor demektir."

"Mîde ve nâmusunun iffetini korumak kadar faziletli ibâdet yoktur."

"Dünyâda insana en iyi yardımcı, din kardeşlerine iyiliktir."

İmâm-ı Muhammed Bâkır oğlu Câfer-i Sâdık'a şöyle nasîhat etti: "Ey evlâdım! Fasıklarla arkadaşlıktan çok sakın. Böyle insanlar seni bir lokmaya değişebilir. Cimrilerle dost olmaktan da sakın. Zîrâ çok ihtiyâcın olduğu bir zamanda az bir şey vermekten çekinirler. Yalancılarla dost olma, sana dost görünüp konuşur, ayrılınca hâli değişir. Ahmaklarla dostluk arkadaşlık kurma, onlar, sana iyilik yapıyorum zannederek kötülük yaparlar. Akrabâyı ziyâreti terk edenle de dost olma. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin üç yerinde böyle kimseyi lânetlenmiş gördüm."

"İlmi ile insanlara faydalı bir âlim, bin âbidden daha efdaldir. Böyle bir âlimin vefâtına, şeytan, yetmiş âbidin vefâtına sevindiğinden daha fazla sevinir."

Oğlu İmâm-ı Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh şöyle anlatıyor: Babam bana vasiyet edip; "Vefât ettiğim zaman, beni sen yıka. Çünkü imâmı, imâmdan başkası yıkayamaz. Kardeşin Abdullah da imâmlık dâvâsında bulunacaktır, ona karışma, çünkü ömrü çok kısa olacaktır. Namaz kılarken üzerimde bulunan gömleği bana kefen yap ve beni babamın yanına defnet. Kabrime de senden başkası girmesin." buyurdu. Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh; "Aman efendim bizi korkutmayınız. Allahü teâlâ gecinden versin, sıhhatiniz de yerindedir." dedi. Hazret-i İmâm buyurdu ki: "Bir saat evvel, babam Zeynelâbidîn'in sesini işittim. Bana; "Evlâdım Muhammed Bâkır! Vasiyetlerini çabuk yap. Çünkü senin de bize kavuşmana çok az zaman kaldı." buyurdu. Bundan bir saat kadar sonra babam vefât etti. Babam vefât edince ben yıkadım. Nihâyet kardeşim Abdullah da imâmlık dâvâsında bulundu. Fakat babamın bildirdiği gibi ömrü kısa sürdü.

İmâm-ı MuhammedBâkır hazretleri 731 (H.113) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Cennetü'l-Bakî Kabristanında babasının yanına defnedildi.

YALAN SÖYLÜYORSUN

İmâm-ı Muhammed Bâkır'ın sohbetinde bulunan biri anlattı. İmâm-ıBâkır'ın bir sohbetinde elli kişi kadar vardık. Kûfe'den bir şahıs Muhammed Bâkır'ın huzûruna gelip; "Kûfe'de falan şahıs, senin yanında bir melek olduğunu, o meleğin sana mümini, kâfiri, dostunu ve düşmanını haber verdiğini söylüyor." dedi.İmâm-ı Bâkır; "Sen ne iş yaparsın?" diye sordu. O şahıs; "Buğday satarım." deyince, hazret-i İmâm; "Yalan söylüyorsun." buyurdu. O da; "Ara sıra arpa da satarım." dedi. Hazret-i İmâm; "Yine yalan söylüyorsun. Senin işin hurma satmaktır." buyurunca, o şahıs hurma satmakla uğraştığını îtirâf edip; "Bunu sana kim haber verdi?" diye sordu. Hazret-i İmâm da; "Dostumu, düşmanımı haber veren melek bildirdi." buyurdu. Ayrıca ona, sen falan hastalıktan öleceksin dedi. Bu hâdiseyi nakleden kimse şöyle anlattı: Bir ara Kûfe'ye gitmiştim. O şahsı sordum. Üç gün önce Muhammed Bâkır hazretlerinin söylediği hastalıktan öldü dediler.

RAHMETİ BOL RABBİM

Gece geç vakte kadar ibâdet eder, sonraAllahü teâlâya şöyle yalvararak ağlardı:

"Yâ İlâhî! Yâ Rabbî, gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes uyuyor. Kimsenin sesi çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin.Her şeyi biliyor, yapılan her şeyi görüyorsun. Uyuman, uyuklaman olamaz. Seni böyle bilmeyen ihsânına kavuşamaz. Sen öyle kuvvet ve kudret sâhibisin ki, hiçbir şey, senin, olmasını dilediğin bir şeyin olmasına mâni olamaz. Senin bâkî ve ebedî oluşunda, gündüzün bitip gecenin başlaması ve gecenin bitip gündüzün başlaması gibi sebeplerle kesiklik, aksaklık olmaz. Rahmetin o kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese açmışsın. Sana duâ edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin. İhsân ettiğin nîmetlere hamd edenleri çok sever, onlara daha çok nîmetler verirsin. İnanarak ve güvenerek sana duâ edenler, eli boş dönmezler. Sana güvenen, kapına gelen kimseyi döndürmeye kimsenin gücü yetmez. Ey Rabbim! Ölümü, kabri ve sana hesab vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu bildikçe nasıl olur da senden sevinç ve neşe isteyebilirim. Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı verileceğini bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyâlık bir şey istiyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı alacağını bildiğim halde dünyâ lezzetlerinden nasıl tat alabilirim?

Yâ Rabbî! Sana yalvarıyor, senden istiyor, rahmetinden ümid ediyor ve istiyorum ki, ölümümü, hesâbımı kolay ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat ihsân eyle. Âmin Yârabbel Âlemin."

KURT’UN RİCÂSI

Resûl-i müctebânın, torununun torunu,
Feyz kaynağı bildiler, bütün velîler onu.

Vâkıf oluduğu için, ilimlerin hepsine,
Bâkır, yâni çok üstün, dediler kendisine.

Bir hadîsi okuyup, buyurdu ki kendisi:
“Hazret-i Ebû Bekir, nakletti bu hadîsi”

Dinleyenlerden biri, îtirâz eyleyerek,
Dedi: “Onun râvisi, başkası olsa gerek.”

“Söylediğim gibidir” buyurduysa da, fakat,
Yine tam mânâsıyla, iknâ olmadı o zât.

Bu kere toparlanıp, oturdu kürsüsüne,
Ellerini edeple, koydu dizi üstüne,

Dedi ki: “Yâ hazret-i Ebû Bekr efendimiz!
Bu hadîsin râvisi, sizler değil miydiniz?”

O ara bir ses geldi, diyordu: “Yâ Muhammed!
Söylediğin hadîsin, râvisi benim elbet.”

Orada olanların, hepsi duydu bu sesi,
Îtirâz edenin de, kalmadı bir şüphesi.

Yolculuğa çıkmıştı, bir gün de bir zât ile,
O, katırla giderdi, kendi ise at ile.

Bir dağın eteğinden, giderken konuşarak,
Üst taraftan, sür’atle, bir kurt geldi koşarak,

Atının eğerine, koyup ayaklarını,
Anlatmak istiyordu, sanki bir meramını

Kendi hâline göre, sesler çıkarıyordu,
Belli ki derdi vardı, onu arz ediyordu.

Sükûnetle dinleyip, dedi ki o hayvana:
“Peki, duâ ederim, şifâ olur hastana.”

O kurt sevinç içinde, dönüp gitti geriye,
Sonra sordu o zâta; “Ne anladın sen?” diye.

Dedi ki: “Allah ile, O’nun resûlü bilir,
Bir de O’nun torunu, bunu anlayabilir.”

Buyurdu: “Kurt dedi ki, “Hastadır bir kardeşim,
Müstecap duânızı, almak için gelmişim.”

Duâ edeceğimi, söz verince kendine,
Sevinip, neşe ile, dönüp gitti yerine.”

Gözleri âmâ biri, sordu ki ona bir gün:
“Siz torunu musunuz, Allah'ın Resûlünün?”

İmâm "Evet" deyince, sordu yine: "Peki siz,
Âmâ gözü açacak, güce sâhip misiniz?”

Bu suâline dâhi, buyurdu yine: “Evet,
Allah'ın izni ile, açabilirim elbet.”

Ve mübârek elini, sürer sürmez yüzüne,
Nûr geldi birden bire, onun iki gözüne.

Karanlık dünyâsını, bir anda aydınlattı,
Lâkin şu hakîkati, peşinden hâtırlattı:

“Kardeşim, âmâ iken, kolaydı senin işin,
Âhirette hesâb, çekilmezdin göz için.

Lâkin şimdi gözlerin, açık kalırsa şâyet,
Âhirette hesap var, çetindir hem de gâyet.

Ben sana hakîkati, söyledim ki bilesin,
Şimdi yap tercihini, hangisini dilersin?”

Dedi ki: “Tek hesâbım, olmasın da orada,
Varsın iki gözüm de, görmesin bu dünyâda.”

O, böyle arz edince, tercihini İmâma,
Gözleri kapanarak, tekrardan oldu âmâ.

1) El-A'lâm; c.6, s.42
2) Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.174
3) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.124
4) Nur-ül-Ebsâr
5) Hilyet-ül-Evliyâ; c.3, s.170
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1115
7) Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.43
8) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.433
9) RehberAnsiklopedisi; c.12, s.286, 287
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.306
11) Lemezât; c.1, s.113