Gözün yapısı, hastalıkları ve çalışması ile meşgul olan ilim dalı. Eski medeniyetlerde oftalmoloji, yaygın olarak uğraşılan bir bilim dalı idi. Mısırlıların M.Ö. 1550 yılına âit Ebers papirüslerinde, ileri oftalmoloji bilgisi dikkati çekmektedir. Bu bilgilerden, eski Mısırlıların bâzı klinik târifler yapmış oldukları öğrenilmektedir. Hipokrat’ın oftalmoloji bilgisi, kendinden çok önce yaşamış olan Mısırlılara göre çok geriydi. Daha sonra Romalılara kadar olan devirde, Celsus’un çalışmaları dikkati çekmektedir. Galen’in de oftalmolojiye katkıları olmakla birlikte, görmeyle ilgili olan teorisi çok yanlıştı.
Eski Yunanlıların çalışmalarını Arapça’ya tercüme eden İslâm âlimleri, bunların yanlışlarını ortaya koydular ve yaptıkları keşiflerle, kendilerine has bir oftalmoloji anlayışı geliştirdiler. Dokuzuncu asırda Huneyn bin İshak gözle ilgili eser yazmıştır. Onuncu asırda Ammâr ilk defâ katarakt ameliyâtını yaptı. Ali bin Abbas ise Arabistan Yarımadasında görülen bâzı göz hastalıkları üzerinde de araştırmalar yapmış ve kendine göre mühim tedavi yolları tesbit etmiştir. On birinci asırda Ali bin Îsâ ilk defâ göz hastalıkları hakkında kitap yazmıştır. On üçüncü asırda İbn-i Nefis gözün yapısı ve görme olayını inceleyerek modern anlamda açıklığa kavuşturmuştur.
İslâm âlimleri, lisan olarak Arapçayı kullanmakla birlikte, Kurtuba (Endülüs) ile Bağdat arasında yaşayan çeşitli milletlere mensup kimselerdi. Ortaçağın sonlarına doğru, Avrupa’da İslâm medeniyetine âit kitaplar, Avrupalılar tarafından Lâtinceye tercüme edildi. Böylece Avrupa’da rönesansın temelleri atıldı. Romaİmparatorluğunda, Salerno ve Montpellier’in okullarında, İslâm âlimlerinin kitaplarından yapılan tercümeler okutulmaya başlandı. On birinci yüzyılda Salerno’da öğretmen olan Constantinus Africanus, Arapça kitapları Lâtinceye tercüme ediyordu. Bu tercüme işi, yıllar geçtikçe artan bir hızla devam etti.
O zamanlar oftalmoloji, her önüne gelenin yaptığı basit bir el hüneri durumundaydı. Seyyah pratisyen hekimler, katarakt ameliyatı yapıyorlardı. Avrupa’da ortaçağda ismi zikredilebilecek bir göz doktoru yoktu, fakat diğer konularla birlikte oftalmolojiye de el atmış Roger Bacon, Leonardo da Vinci gibi kimseler vardı.
Oftalmoloji, rönesansta pek gelişme fırsatı bulamadı. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda göz anatomisi ve görme mekanizmasının anlaşılması ile gelişmeler başladı. On sekizinci yüzyılda önemli gelişmeler oldu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında anestezi ve asepsinin uygulanmağa başlamasından sonra göz cerrahisi hızla gelişti, glokomun cerrâhî tedâvisi bulundu. Bilhassa 1851’de Helmholtz tarafından bulunan oftalmoskop âleti, oftalmolojide hayal edilemeyecek ufuklar açtı. 1911’de Gulstrand tarafından keşfedilen biyomikroskop ise, canlı gözün mikroskobik muâyenesini mümkün kıldı.
Gözün yapısı, çalışması ve hastalıkları (anotomisi, fizyolojisi ve patolojisi) üzerinde târih boyunca birçok hekimin kıymetli çalışmaları oldu. Göz anatomisine âit ilk şekiller, İslâm literatüründe göze çarpmaktadır. Şu anda mevcut olan bâzı Arapça el yazması kitapların metinlerinde şekillere bakılması söylenmektedir. Fakat şekillerin bulunduğu yapraklar kayıptır. Eldeki en eski çizim, dokuzuncu yüzyıla âit, Huneyn bin İshak’ın Göz Hakkında On Risâle kitabındadır. Huneyn bin İshak, aynı zamanda bilinen en eski göz hekimliği kitabının yazarıdır. Ali bin Îsâ ve Musullu Ammar’ın eserleriyle bu kitap Batı göz hekimliğinin ana kaynakları olmuş ve 18. yüzyılın sonuna kadar önemini kaybetmemiştir.
Hipokrat’tan önce göz anatomisine ait bilgiler, teferruatlı gözlemlerden ziyâde, spekülasyonlara dayanmaktaydı. Aristo, hayvan gözlerini inceleyerek bâzı gelişmeler elde etti. Daha sonra Galen’in çalışmalarından faydalanmışlar, diseksiyon (inceleme için yapılan özelliği bozmayan ayırma işlemi) ve çizimlerle çeşitli ilerlemeler kaydetmişlerdir.
On altıncı yüzyılda fizikçilerin görmeye âit yeni bilgiler elde etmeleriyle birlikte, modern göz anatomisine âit bilgiler ortaya çıktı. 1600’de Fabricius, lens (mercek)’in gözdeki gerçek durumunu gösterince, bugün bildiğimiz anatomik yapının temeli atılmış oldu.
Görmenin nasıl olduğu, eski zamanlardan beri üzerinde çok fikir ileri sürülen konulardan biri olmuştur. Bu konuda Yunan filozoflarının her biri ayrı bir fikri savunuyorlardı. Galen, görmeyi meydana getiren görme ruhlarından bahsetmekteydi.
İslâm medeniyeti zamânında, klasik fikirlerin aksine olarak, görmenin, gözden çıkan bir enerjinin sonucu olduğu iddia edildi. Daha sonraları, 10. yüzyılda yaşamış olan meşhur İslâm hekimi El-Râzî’nin, Görmenin Tabiatı Üzerine adlı derleme eserinde ise, gözlerin ışık neşredicisi olmadığı söylenmiştir. Ancak, 11. yüzyılda Hasan İbnül Heysem’e kadar, bu konuya mûteber bir izahat getirilememiştir. İbnül Heysem, geometri ve fizik üzerine çalışarak bir dizi optik problemi çözdü ve bilinenin aksine, cisimlerin kendilerinden çıkan ışınların göze gitmesi sonucu görüldüklerini ortaya koydu. İbnül Heysem’le birlikte, yalnız modern fizyolojik optik değil, aynı zamanda modern astronomi de başlamaktadır. İlk olarak okuma gözlüğünü bulan da, aynı âlimdir.
On altıncı yüzyılın sonlarında Kepler’in çalışmaları, İbnül Heysem’inkileri tamamladı. Kepler’le birlikte göz, İbnül Heysem’in ortaya koyduğu kânunlara uyan optik bir cihaz olarak düşünülmeğe başlandı. Gözün bu özellikleri bilinince miyopluğun önemi anlaşıldı ve gözlüklerin kullanılması bunun ardından geldi. Kepler, aynı zamanda gözün uzağa ve yakına uyumunu sağlayan akomodasyon olayını da ortaya çıkardı. İbnül Heysem’i tamamlayan bir diğer araştırmacı da Donders’tir (19. yüzyıl). Donders, gözün kırma kusurlarını akomodasyon bozukluğundan ayırdı ve miyopinin (yakını iyi görme, uzağı görememe) antitezi olarak hipermetropiyi (uzağı iyi görme) ileri sürdü. Göz fizyolojisindeki modern bilgilerin çoğu, 19. yüzyıldaki çalışmalarla elde edildi.