İngilizler, Hıristiyanlık propagandası yapmak için Hempher’in itiraflarını
yayınlamışlar. Müslüman yavrularını aldatmak için, İslam bilgilerini yalan ve
yanlış yazmışlardır. Bu yalan ve iftiraları tashih ederek, gerekli açıklamalar
yaparak gençlerimizi bu İngiliz hilesinden, tuzağından kurtarmak maksadı ile, bu
kitabın özetini yayınlıyoruz.
Bu kitap üç kısımdır:
1- İngilizlerin İslamiyet’i imha etmek için hazırladıkları planları
bildirilmektedir.
2- İngilizlerin planlarını, Müslüman memleketlerinde sinsice tatbik ettikleri,
devlet adamlarını aldattıkları, Müslümanlara, akla, hayale gelmeyen işkenceler
yaptıkları ve Hind ve Osmanlı İslam devletlerini yok ettikleri bildirilmektedir.
3- Hulasat-ül-kelam’dan tercüme olup, hak dinin İslamiyet olduğunu ispat
etmektedir.
Kitabın tamamı www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve temin edebilir.
İngiliz casusu Hempher diyor ki:
Devletimiz, Hindistan, Çin ve Ortadoğu’daki sömürgelerini idaremizin altına
alabilmek için çok faal ve başarılı bir politika tatbik ediyor. Burada iki şey
mühimdir:
1- Elimize geçmiş yerleri elimizde tutmaya çalışmak,
2- Elimize geçmemiş yerleri ele geçirmeye çalışmak.
Sömürgeler bakanlığı, bu iki vazifeyi ifa etmek üzere, bu devletlerin her biri
için, birer komisyon teşkil etmiştir. Vazifeye başlayınca, bakan bana itimat
etti ve Doğu Hindistan şirketinde bir vazife verdi. Bu, görünüşte bir ticaret
şirketi idi. Fakat asıl vazifesi, Hindistan’ın büyük ve geniş topraklarına hakim
olmanın yollarını araştırmaktı.
Hükümetimizin, Hindistan için hiç endişesi yoktu. Zira Hindistan, değişik
milletlere, ayrı dillere ve zıt çıkarlara sahip bir ülkeydi. Çin’den de pek
korkumuz yoktu. Çünkü, Çin’e hakim olan Budizm ve Konfüçyüs dinlerinin
canlanmasından korkulmuyordu. Zira bunlar, hayatla hiç alakalanmayan, iki ölü
din idi. Binaenaleyh, bu iki ülke halkında vatan sevgisinin olması, çok uzak bir
şeydi. Bu iki ülke, biz İngiltere hükümetini rahatsız etmiyordu. Fakat, ilerde
olabilecek hadiseleri de gözümüzden uzak tutmuyorduk. Binaenaleyh, bu ülkelerde
tefrika, cehalet ve fakirlik, hatta sari hastalıkları yaymak için, uzun vadeli
planlar yapıyorduk. Bu iki ülke halkının âdetlerini taklit ederek, niyetlerimizi
rahatça gizleyebiliyorduk.
İslam memleketleri son derece rahatımızı bozuyordu. Hepsi de, lehimize olmak
üzere, Hasta Adamla [Osmanlı devleti ile] bir kaç anlaşma yapmıştık. Sömürgeler
bakanlığının tecrübeli adamları, bu hastanın bir asırdan az bir zaman zarfında
can vereceğini söylüyorlardı. Ayrıca, İran hükümeti ile de, gizlice bir kaç
anlaşma yapmış ve bu iki ülkeye, mason yaptığımız, devlet adamlarını
yerleştirmiştik. Rüşvet, kötü idare ve din bilgisi noksan idarecilerin, güzel
kadınlarla meşgul olup, vazifelerini unutması, bu iki ülkenin belini kırdı.
Fakat, bütün bunlara rağmen, şu sayacağım sebeplerden dolayı, yaptıklarımızın
beklediğimiz neticeyi vermemesinden endişe ediyorduk:
1- Müslümanlar, İslam’a son derece bağlıdır.
2- İslamiyet, bir zamanlar, idare ve hüküm dini idi. Müslümanlar da, azizdi.
Bu efendi insanlara, şimdi siz kölesiniz demek zordur. İslam tarihini kötüleyip,
Müslümanlara, bir zamanlar elde ettiğiniz izzet ve itibar, bazı şartlar
icabıydı. O günler gitti, bir daha geri dönmez, dememiz de mümkün değildir.
3- Osmanlı ve İranlıların, yaptıklarımızın farkına vararak, planlarımızı
bozup tesirsiz hâle getirmelerinden çok endişe ediyorduk.
4- İslam âlimlerinden son derece rahatsızdık. Çünkü, İstanbul ve El-ezher
âlimleri, Irak âlimleri, Şam âlimleri, emellerimizin önünde aşılmaz engellerdi.
Bu hâl karşısında, bir çok toplantılar yaptık. Fakat, maalesef, her seferinde
önümüzde yolun kapalı olduğunu gördük. Casuslarımızdan gelen raporlar, hep hayal
kırıcı, konferansların sonuçları da sıfır idi. Lakin, yine de ümitsizliğe
kapılmıyorduk. Çünkü, biz, derin nefes almayı ve sabretmeyi âdet edinmişizdir.
Bir toplantımıza, Bakanın kendisi, büyük papazlar ve bir kaç da uzman
katılmıştı. Yirmi kişiydik. Üç saatten fazla süren bu toplantıda, hiçbir
neticeye varılamadı. Fakat, bir papaz şu sözleriyle bizi cesaretlendirdi:
(Endişelenmeyin! Çünkü, Hıristiyanlık, ancak 300 yıl zulüm çektikten sonra
yayıldı. Umulur ki Mesih, gayb âleminden bize nazar edip, 300 yıl sonra da olsa,
düşmanlarımız olan müslümanları merkezlerinden çıkarmayı nasip eder. Biz
kuvvetli bir inanç ve uzun bir sabırla silahlanmalıyız! Hükmü elimize
geçirebilmek için, bütün vasıtaları elde edip, bütün yolları denemeliyiz.
Hıristiyanlığı, müslümanların arasında yaymaya çalışmalıyız. Asırlar sonra da,
neticeye varabilirsek, çok iyidir. Zira, babalar çocukları için çalışır!)
Sömürgeler bakanlığında, İngiltere’nin yanı sıra, Fransa ve Rusya’dan da,
diplomat ve din adamlarının katıldığı bir konferans yapıldı. Bakan ile aramız
iyi olduğu için, ben de katılmıştım. Konferansta, Müslümanları parçalayıp,
İspanya gibi, dinlerinden çıkararak Hıristiyanlaştırmanın hesapları yapıldı.
Fakat, varılan neticeler istenildiği gibi değildi.
Derinlere kök salmış büyük bir ağacı, kurutup, söküp atmak zordur. Fakat, biz
zorlukları kolaylaştırıp, yenmeliyiz. Hıristiyanlık, yayılmak için gelmiştir.
Bunu, Mesih bize vaad etmiştir. Sömürgeler bakanlığımızın ve diğer hıristiyan
hükümetlerin büyük gayret ve çalışmaları neticesinde, Müslümanlar gerilemeye
başladı. Hıristiyanlar ise, kuvvetleniyorlar. Uzun asırlar boyunca kaybedilen
yerleri alma zamanı geldi. İslamiyet’i imha etmeye, Büyük Britanya devleti
öncülük etmektedir.
Müslümanları parçalamak için hareket
1710 yılında Sömürgeler bakanı beni, Müslümanları parçalamak için gerekli ve
yeterli bilgileri toplamak ve casusluk yapmak üzere, Mısır, Irak, Hicaz ve
İstanbul’a gönderdi. Aynı tarihte ve aynı vazife ile bakanlık canlılık ve
cesaret dolu dokuz kişiyi daha vazifelendirdi. Bize lazım olabilecek para, bilgi
ve haritanın yanında bir de, devlet adamlarının, âlim ve kabile reislerinin
isimleri bulunan birer fihrist verildi. Hiç unutamıyorum! Sekreter ile
vedalaştığımızda, bize demişti ki:
(Devletimizin geleceği başarınıza bağlıdır. Onun için, var kuvvetinizle
çalışmalısınız.)
İslamiyet’in hilafet merkezi olan İstanbul’a doğru, denizden yola çıktım. Asıl
vazifemin yanında, bir de ek olarak, orada Türkçe’yi çok güzel bir şekilde
öğrenmem gerekiyordu. Zaten daha önce Londra’da epey Türkçe ve Arapça ve Farsça
öğrenmiştim. Fakat, bir lisanı öğrenmek başka, o lisanı ülkenin halkı gibi
konuşmak başka şeydi. İnsanların benden şüphe etmemeleri için, Türkçe’yi bütün
incelikleriyle öğrenmem gerekiyordu.
Benden şüphe ederler diye endişem yoktu. Zira, Müslümanlar, müsamahakâr, açık
kalbli ve iyi niyetlidir. Onlar bizim gibi, şüphe edici değildir. Kaldı ki, Türk
hükümeti, o zaman casusları yakalayabilecek örgüte malik de değildi.
Çok yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardım. İsmimin Muhammed olduğunu
söyledim ve camiye gitmeye başladım. Müslümanların temiz ve itaatkâr oluşları
çok hoşuma gitti. Bir ara kendi kendime: (Bu masum insanlarla neden
savaşıyoruz? Mesih efendimiz, bize bunu mu emretti?) dedim. Fakat, ben hemen
bu şeytani düşünceden dönüp en güzel bir şekilde, vazifemi yerine getirmeye
karar verdim.
İstanbul’da Ahmed efendi isminde yaşlı bir âlim ile tanıştım. Ondaki inceliği,
açık kalbliliği, gönül berraklığı ve iyilikseverliği hiçbir papazda görmedim. Bu
zat, gece gündüz Peygamberlerine benzemeye çalışırdı. Ona göre, Peygamberleri en
kâmil, en üstün insandı. Çok şanslıydım ki, bir kere bile, kim olduğumu, nereli
olduğumu sormadı. Bana (Muhammed efendi) diye hitap ederdi. Sorduğum suallere
cevap verir, bana şefkat ve merhamet ile muamele ederdi. Zira, beni Türkiye’de
çalışmak ve halifenin gölgesinde yaşamak için İstanbul’a gelmiş bir misafir
olarak bilirdi. Zaten, bu bahane ile İstanbul’da kalıyordum.
Bir gün Ahmed efendiye: (Annem ve babam öldü. Kardeşim de yok. Bana miras olarak
da hiçbir şey kalmamış. Çalışıp kazanmak, Kur’an ve din bilgilerini öğrenmek,
yani hem dünya, hem de ahireti kazanmak için, İstanbul’a) dedim. Bu sözlerime
çok sevinip dedi ki:
Şu üç sebepten dolayı, sana hürmet göstermek lazımdır:
1- Sen Müslümansın. Bütün Müslümanlar kardeştir,
2- Sen misafirsin. Resulullah (Misafire ikramda bulunun!)
buyurdu.:
3- Sen çalışmak istiyorsun, (Çalışan, Allah’ın dostudur) diye bir
hadis-i şerif vardır.
Bu sözler çok hoşuma gitmişti. Kendi kendime, (Keşke Hıristiyanlıkta da, bunun
gibi parlak hakikatler olsaydı. Ne yazık ki, hiçbiri yok) dedim. Fakat hayret
ettiğim şey, bu kadar yüce bir din iken, bazı kimseler elinde, İslam’ın
zayıflamasıydı.
Ahmed efendiye, Kur’an-ı kerimi öğrenmek istiyorum dedim. Baş üstüne, sana
öğretirim dedi. Fatiha suresinden öğretmeye başladı. Kur’an-ı kerimi okutmaya
başlamadan önce, abdest alır ve bana da aldırırdı. Kıbleye karşı oturup
okuturdu. İki yıl içinde, Kur’an-ı kerimi baştan sona kadar okudum.
İstanbul’da bulunduğum müddetçe, bir cami hizmetçisinin yanında, biraz para
karşılığında yatardım. Bu hizmetçi, çok asabi bir adamdı.
Cuma günü işe gitmiyordum. Haftanın kalan günlerinde, Halid isminde bir
marangozun yanında, haftalık ücret ile çalışıyordum. Sadece sabahtan öğleye
kadar çalışıyordum.
İkindi namazından sonra Ahmed efendinin evine gider, ondan Kur'an, Arabi ve
Türkçe lisan dersleri alırdım. Hakikaten, bana Kur'anı, İslam dininin icaplarını
ve Arabi ile Türkçe lisanlarının inceliklerini gayet güzel bir şekilde
öğretiyordu.
Ahmed efendi bekâr olduğumu anlayınca, beni evlendirmek istedi. Hayır dersem,
ilişkilerimizin kesilmesine sebep olabileceğini anlayınca, ona yalan söyledim.
Ben iktidarsızım dedim. Böylece, eski dost ve ahbaplığın devam etmesini
sağladım.
İki yıl sonra, Londra’ya dönüp, Bakanlığa, hilafet merkezi ile alakalı geniş bir
rapor sunup, yeni emirler almam gerekiyordu.
Londra’ya dönünce yeni emirler aldım
Maalesef Londra’ya ancak altı kişi dönebilmiştik.
Türkçe ve Arapça ile Kur'anı ve ahkam-ı İslamiyeyi çok iyi öğrenmiştim. Fakat,
bakanlığa Osmanlı Devletinin zayıf noktalarını gösterecek bir rapor hazırlamayı
başaramamıştım. İki saat süren toplantıdan sonra, sekreter bu başarısızlığımın
sebebini sordu. Ben de, (Önceki vazifem dil ile Kur’an ve İslamiyet’i
öğrenmekti. Bunun haricindeki işlere fazla vakit ayıramadım. Fakat, bu sefer
sizi memnun edeceğim) dedim. Sekreter, (Elbette başarılısın ancak birinci olmanı
isterdim) dedi ve şöyle devam etti:
(Hempher, gelecek seferki vazifen ikidir:
1- Müslümanların zayıf noktaları ile, onların vücutlarına girip,
mafsallarını ayırmamızı sağlayacak noktaları tespit etmektir. Zaten, düşmanı
yenmenin yolu da budur.
2- Bu noktaları tespit edip, dediğimi yaptığın zaman, yani Müslümanların
arasını açıp, onları birbirine düşürebildiğin zaman en başarılı ajan olacak ve
bakanlık madalyasını kazanmış olacaksın.)
Londra’da altı ay kaldım. Amcamın kızı Maria ile evlendim. O zaman ben 22, o ise
23 yaşındaydı. Maria hamile iken Irak’a gitmem için emir geldi. Çocuğumun
dünyaya gelmesini beklerken, bu emrin gelmesi beni üzdü. Fakat, vatanıma
verdiğim önem, kocalık ve babalık hislerimin üstündeydi. Bunun için, hiç
tereddüt etmeden, emri kabul ettim. Vedalaştığımız gün, ikimiz de çok ağladık.
Az daha seferi iptal ediyordum. Fakat, hislerime hakim olmayı bildim. Onunla
vedalaştım ve son talimatları almak üzere, bakanlık binasına gittim.
Altı ay sonra, kendimi Irak’ın Basra şehrinde buldum. Basra’da, Arap, Fars ve
biraz da Hıristiyan vardı.
Bir gün, Sömürgeler bakanlığında Sünni ve Şii ihtilafından söz ettim,
(Müslümanlar, hayattan bir şey anlasalar, aralarındaki Şii-Sünni ihtilafını
kaldırır ve birleşirler) dedim. Birisi, hemen sözümü keserek, (Senin vazifen
bu ihtilafı körüklemektir. Müslümanların nasıl birleşeceğini düşünmek değildir)
dedi.
Sekreter, Irak seferine çıkmadan önce, bana dedi ki:
(Hempher, bu sefer vazifen, bu ihtilafları iyice tanımak ve bakanlığa bilgi
vermektir. Müslümanların arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye
en büyük hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizler, refah ve saadet içinde
yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve sömürgelerimizde tefrikalar
çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz.
Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hüküm
edebilir? Bütün gücünle, zayıf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş
ol ki, Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin
vazifen, idarecilere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, “Bütün inkılapların,
halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir”. Müslümanların birlik
beraberliği kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz.)
Muhammed’in Peygamberliği hususunda hakikate varabilmek için, daima inceleme ve
araştırma yapıyordum. Bir kere, merakımı Londra’da papazın birine açtım. Taassup
ve inat ile konuştu. İkna edici bir cevap da vermedi.
Müslümanlar, (Hazret-i Muhammed’in Peygamberliğinin delili çoktur. Bunlardan
biri Kur’andır) derler. Kur’anı okudum, hakikaten çok yüce bir kitaptır. Hatta,
Tevrat’tan ve İncil’den daha yüksektir. Zira, içinde düsturlar, nizamlar,
ahlakiyat v.s. vardır.
Muhammed Peygamber gibi, okumamış, yazmamış bir zatın, böyle yüce bir kitabı
nasıl bıraktığına hayret ediyorum. Çok okumuş, seyahat etmiş bir adamın dahi
sahip olamadığı bilgi, zeka ve bir şahsiyete nasıl malik olabilmişti? Acaba
bunlar, onun Peygamberliğinin delilleri miydi?
Basra’ya varınca
Basra’ya varınca, bir camiye yerleştim. Caminin imamı Şeyh Ömer Tai isimli,
Arap asıllı Sünni bir zattı. Ama benden şüphelenip, beni sorguya çekti. Bu
tehlikeli sohbetten kendimi şöyle kurtardım: (Ben Türkiyeliyim, Iğdırlıyım,
İstanbul’daki Ahmed efendinin talebesiyim. Halid isminde bir marangozun yanında
çalışıyordum) dedim ve gerekli bilgiler verdim. Birkaç cümle Türkçe de konuştum.
İmam gözleriyle oradan birisine işaret ederek, benim Türkçe’yi doğru konuşup
konuşmadığımı sordu. O da, olumlu cevap verdi. İmamı ikna ettiğim için çok
sevinmiştim. Fakat, hayal kırıklığına uğradım. Çünkü, birkaç gün sonra, anladım
ki, imam efendi benden şüpheleniyor ve Türk casusu olduğumu zan ediyordu. Daha
sonra, Sultan tarafından tayin edilen vali ile, aralarında ihtilaf olduğunu
öğrendim.
Şeyh Ömer efendinin camiinden uzaklaştım, orada misafir ve yabancıların kaldığı
bir handa, oda kiraladım. Hanın sahibi Mürşid efendi her sabah rahatımı kaçırır,
sabah ezanı okunur okunmaz, namaza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şekilde
çalardı. Onu dinlemeye mecburdum. Ben de kalkar ve sabah namazını kılar
görünürdüm.
Bir gün, Mürşid efendi, (Sen geldikten sonra, başıma dertten kurtulmuyor. Ben
bunu, senin uğursuzluğuna veriyorum. Zira, sen bekârsın. Bekârlık,
uğursuzluktur. Ya evlen, ya da burayı terk et) dedi. Ona, evlenebilecek durumum,
param yok dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemedim. Zira Mürşid
efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup kontrol edebilecek
biri idi.
Böyle deyince, Mürşid efendi, (Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile
zenginleştirir) âyetini duymadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda dedim
ki, peki evleneyim, fakat masrafsız bir kız bulabilir misin?
Mürşid efendi, (Ben anlamam! Receb ayının başına kadar ya evlen veya çık git)
dedi. Recebe 25 gün kalmıştı.
Bir marangozun yanında çok az bir ücretle iş bulup, Mürşid efendinin hanından
çıktım. Marangoz Abdür Rıza Horasanlı bir Şii idi. Ondan Farisi öğrenmeye
başladım. Her gün, İranlı Şiiler, onun yanında toplanır, siyasetten iktisada
kadar, her konuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki
Halifeye çok dil uzatırlardı. Yabancı biri gelince, hemen sözü değiştirirlerdi.
Bana çok itimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni
Azerbaycan halkından zan ediyorlarmış.
Marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlim talebesi kıyafetinde ve
Arabi, Farisi, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdülvehhab Necdi idi.
Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı
hükümetini çok kötülediği halde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun
dükkan sahibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye
muhalif idiler. Ama bu delikanlı, Farisi’yi nasıl biliyor ve Şii olan Abdürrıza
ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu?
Necdli Muhammed, Sünni idi. Sünnilerin çoğu, Şiilerin aleyhinde konuşmalarına ve
hatta bir kısmı, Şiileri tekfir etmelerine rağmen, o hiç Şiileri rencide
etmezdi. Necdli Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tâbi olmayı
gerektiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve (Kur’anda bu mezhepler hakkında
hiçbir delil yok) diyordu. Bu husustaki hadislere hiç önem vermiyordu. Kendini
beğenmiş bu Necdli genç, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı.
Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve dört mezhep imamının değil, Ebu Bekir,
Ömer gibi sahabenin de görüşlerini hiçe sayardı.
Aradığımı bu gençte bulmuştum. Zira, onun âlimlere saygısızlığı, dört Halifeye
de önem vermeyişi, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahip
oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalarındandı. Bu mağrur genç
nerede, o Türkiye’de yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri
gibi, dağa benziyordu. Hiçbir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebu Hanife’nin
ismini zikir etmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. Buhari isimli
hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı.
Necdli genç ise, Ebu Hanife’yi çok hafife alır, (Ben Ebu Hanife’den daha iyi
biliyorum) derdi.
[Hempher’in itiraflarını okurken, şu olayı hatırladık: Lisede öğretmen iken
derste, bir talebem, (Hocam, harpte ölen Müslüman şehid olur mu?) dedi. Evet
olur dedim. (Peygamber bunu haber verdi mi?) dedi. Evet dedim. (Denizde
boğulursa da, uçaktan düşerse de, şehid olur mu?) dedi. Evet olur dedim.
(Peygamberimiz bunları da haber verdi mi?) dedi. Evet, haber verdi dedim. Bir
kahraman edası ile ve gülerek, (Hocam! O zaman uçak var mı idi?) dedi. Yavrum!
Peygamber efendimizin bir çok isminden biri, Camiul-kelim’dir. Çok
şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamber efendimiz, (Yüksekten
düşen şehid olur) buyurdu dedim. Bu cevabımı çocuk hayret ve şükran ile
karşıladı. Bunun gibi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, çok kelimeler ve
hükümler, yani emirler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif manaları
bildirmektedir. Bu manaları bulmaya ve aralarından lazım olanı seçmeye (İctihad)
etmek denir. İctihad yapabilmek için, derin âlim olmak lazımdır. Bunun için,
Sünniler, cahillerin ictihad yapmalarını yasak etti. Bu, ictihadı yasak etmek
değildir. Hicretten dört asır sonra, mutlak müctehid hiç yetişmediği için,
ictihad yapılamadı, ictihad kapısı kendiliğinden kapandı. Kıyamete yakın, İsa
aleyhisselam gökten inecek ve Mehdi çıkacak, ictihad yapacaklardır.]
Ben, Necdli genç ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir
gün ona, sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı,
onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde
yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak biricik âlim
sensin dedim.
Onunla Kur’anı, sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine
muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi
kararlaştırdık. Kur’anı okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan
maksadım, onu tuzağa düşürmekti. Zaten o da, kendini devrimci olarak göstermek
ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüşlerimi memnuniyet ile karşılardı.
Bir kere, Cihad farz değildir dedim. İtiraz etmesine rağmen onu ikna ettim,
kabul etti. Bir kere de, ona müta nikahı caizdir dedim. İtiraz etti ve (Ömer,
Peygamber zamanında mevcut olan iki mütayı yasak etti ve onu yapanı
cezalandıracağını bildirdi) dedi. Ben, sen hem, Ömer’den daha iyi biliyorum
diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber helal ediyordu, ben
yasaklıyorum demiştir. Sen niye Kur’an ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in
sözünü tutuyorsun dedim. O cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu. Onun canının
kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, gel müta nikahı ile birer
kadın alalım. Onlarla eğleniriz dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı
büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmaya söz verdim. Benim
gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır
olarak kalmasını ve ismini de kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada
Müslüman gençleri ifsad etmek için, Sömürgeler bakanlığı tarafından gönderilen,
Hıristiyan kadınların yanına gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul
edince, ona Safiye ismini verdim. Necdli genci onun evine götürdüm. Evde sadece
Safiye vardı. Necdli genç için bir haftalık müta yaptık. O da kadına ücret
olarak biraz altın verdi. Ben dıştan, Safiye içten, Necdli genci avlamaya
başladık.
Safiye, onu iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi
ile, İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu.
Müta nikahının üçüncü gününde, âyet ve hadislere rağmen içkinin haram olmadığına
dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. Sonunda, sarhoş etmeyecek kadarı içmek
haram değildir diye inandı ve (içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir) dedi.
Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok
kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. O da, (Senin dediğini yaptım, içkiyi
içirdim, oynadı) dedi. İşte böylece, Safiye ile birlikte, onu iyice ele
geçirdik. Sömürgeler bakanı ile vedalaştığım zaman bana, (Biz İspanya’yı
Müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün
topraklarımızı da geri alalım) demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi
anlıyorum.
Bir gün ona oruç meselesini açtım. Oruç sünnettir, farz değildir dedim. Buna da
itiraz edip, (Beni temelli dinden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de ona,
din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkına tecavüz etmemektir.
Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi dedim. Bir kere ona, namaz farz
değildir, Allah Kur’anda, (Beni anmak için namaz kıl) [Taha 14] demiyor
mu dedim. Öyle ise, namazdan maksat, Allah’ı anmaktır. Binaenaleyh namaz kılmak
yerine, Allah’ı an dedim. O da, (Evet bazı kimseler, namaz vakitlerinde namaz
yerine Allah’ı zikir ediyorlarmış) dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmiştim.
Bu fikri ileri götürmeye çok çalıştım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra baktım
ki, namaza önem vermiyor. Bazen kılıp, bazen kılmıyor. Bilhassa sabah
namazlarını çok kaçırıyordu. Zira, gece ortasına kadar onunla konuşarak,
uyumasına mani oluyordum. Sabahları da, halsiz olduğu için, namaza kalkamıyordu.
Bir gün, Peygamber hakkında da yokladım, (Bundan sonra, bu konuda, konuşursan,
aramız açılır ve seninle alakamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün
başarılarımın bir anda yok olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmayı
bıraktım.
Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da,
bu fikrime önem veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularını Safiye
sayesinde, ele geçirdim.
Bir kere de, Peygamber eshabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu dedim. (Evet),
dedi. Bunun üzerine, İslam’ın ahkamı geçici mi, devamlı mı dedim. (Devamlıdır.
Zira Peygamberin helalı kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe
kadar haramdır) dedi. Ben de, öyleyse gel seninle kardeş olalım dedim ve onunla
kardeş olduk.
O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında da beraberdik. Kendisine
çok önem veriyordum. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek diktiğim
ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.
Londra’ya, Sömürgeler bakanlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar
çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necdli genç, kendisine çizdiğim yolda
yürüyordu.
Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbalinin
çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya
uydurdum:
Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da
söyledim. Bir kürside oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz
girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda,
Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. Ve (Sen benim
adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin) dedi.
Sen, (Ya Resulallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum?) dedin.
Peygamber cevaben, (Sen büyüksün, hiç korkma) dedi.
Rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa doğru mu diye sordu.
Ben de, her seferinde, yemin ettim, elbette doğrudur dedim. O da, doğru
söylediğime emin oldu. O günden sonra, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.
[İstanbul Dar-ül-fünun’unda Akaid-i islamiyye müderrisi Bağdatlı
Cemil Sıtkı Zehavi, El-fecr-üs-sadık kitabında diyor ki:
(İngilizlerin hazırladığı Vehhabi fırkasının bozuk fikirlerini, Muhammed bin
Abdülvehhab 1737’de Necdde izhar etti. Deriyye emiri Muhammed bin Süud
tarafından çok müslüman kanı dökülerek, yayıldı. [Vehhabilerin, müslümanlara,
sapıktır, zararlıdır dedikleri ve yaptıkları işkenceler (Kıyamet ve Ahiret)
kitabında uzun yazılıdır.] Vehhabiler, kendilerinden olmayan müslümanlara
müşrik dediler. Bütün dedeleri gibi bunlar da kâfirdir dediler. Vehhabi dinini
kabul etmeyenleri öldürdüler. Mallarını ganimet olarak yağma ettiler. Fıkıh,
tefsir ve hadis kitaplarını yaktılar. Kur’an-ı kerimi, kendi düşüncelerine göre
yanlış tefsir ettiler. Müslümanları aldatmak için, Hanbeli’yiz dediler. Halbuki,
Hanbeli âlimlerinin çoğu bunları red eden, bozuk olduklarını bildiren kitaplar
yazdılar. Haramlara helal dedikleri ve enbiyayı ve evliyayı suçladıkları için
kâfir oluyorlar. Vehhabi dininin esası ondur. İnançları şöyledir:
1- Allah maddi bir varlıktır. Eli, yüzü ve ciheti vardır.
2- Dört mezhepten birini taklit eden kâfir olur.
3- Vehhabi olmayan kâfirdir.
4- Peygamberin ve Evliyanın mezarlarını ziyaret etmek haramdır.
5- Peygamberi, evliyayı vesile yaparak dua eden kâfir olur.
6- Allah’tan başkası ile yemin eden müşrik olur.
7- Allah’tan başkası için nezreden ve Evliya kabri yanında hayvan kesen
müşrik olur.
8- İlk peygamber Âdem değil Nuh’tur, Âdem, İdris ve Şit peygamber
değildir.
9- Kur’andan bizim anladığımız doğrudur diyorlar.
10- Eshab-ı kiramın ve âlimlerin bildirdiği şeyleri inkâr ederler.)
[El-fecr-üs-sadık]
[Dikkat edilirse, vehhabiliğin bu on esası, Hempher’in Necdli Muhammed’e
telkin ettiği din bilgileridir.]
Londra’dan yeni emir geldi
Şiilerin en çok sevdiği, aynı zamanda onların ilim ve ruhaniyet merkezi
Kerbela ve Necef şehirlerine gitmek için Londra’dan emir geldi.
Necdli genç ile görüşmemize son vermeye, Basra’dan ayrılmaya mecbur oldum. Ama
bu cahil ve ahlakı bozulan adamın, yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyet’in
içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inançlarını hazırlamış
olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.
Necef’e, Azerbaycanlı bir tüccar kıyafetinde gittim. Şii din adamlarıyla
arkadaşlık ve samimiyet kurdum ve onları aldatmaya başladım. Onların ders
halkalarına katıldım. Sünnilerin çalıştıkları gibi, fen bilgilerine
çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlaka malik olmadıklarını gördüm.
Birkaçı şöyledir:
1- Osmanlıya son derece düşmanlar. Sünnilere kâfir diyorlar.
2- Şii âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız gibi,
kendilerini tamamen dini ilimlere vermiş, dünyevi ilimlerle çok az
ilgileniyorlar.
3- İslamiyet’in hakikatinden, fen ve teknikteki ilerlemelerden haberleri
yok.
Birkaç kere, onları halifeye isyan etmek için teşvik ettim. Beni maalesef
dinleyen olmadı. Çünkü onlar, Hilafete zapt edilmesi mümkün olmayan bir kale
gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak Mehdi geldiği zaman, hilafetten
kurtulabilirlerdi.
Irak seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaştım. Bazı olaylar,
Osmanlının sonunun yaklaştığını haber veriyordu. Zira, İstanbul hükümeti
tarafından tayin edilen vali, cahil ve zalim biri idi. Halk ondan razı değildi.
Londra’ya dönmek istiyordum. Zira, uzun zaman gurbette idim. Vatanımı ve ailemi
çok özlemiştim. Bundan dolayı, raporumla beraber, bakanlıktan kısa bir müddet
için bile olsa, Londra’ya dönmek için izin talep ettim. Üç yıllık Irak seferimle
alakalı intibalarımı şifahen anlatmak ve biraz istirahat etmek istiyordum.
Bakanlığın Irak’taki mümessili, kimse şüphelenmesin diye, kendisine fazla
uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kiralamamı
tembih etti ve (Londra’dan haber gelince sana bildireceğim) dedi.
Basra’dan Kerbela ve Necef’e gittiğimde, Necdli genç, kendisine gösterdiğim
yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zira o, çok değişken idi. Onun üzerinde
inşa ettiğim bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum.
Kendisinden ayrılırken, İstanbul’a gitmeyi düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi
için, çok telkinde bulundum ve (Oraya gittikten sonra, seni tekfir
edebilecekleri bir söz sarf edersin, seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum)
diyerek vazgeçirmeye çalıştım.
Gayem başka idi. Oraya gittikten sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet
itikadına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün
emellerimin zayi olacağından korkuyordum. Çünkü, İstanbul’da ilim ve İslam’ın
güzel ahlakı vardı.
Ondan ayrılırken, kendisine, takıyyeyi anlattım. (Şiiler arasında, takıyye et,
Sünni olduğunu söyleme ki, başına bir felaket getirmesinler) dedim.
Oradan ayrılırken, zekat adı altında ona bir miktar para verdim.
Londra’ya dönmek için emir geldi
Nihayet dönmek için emir geldi. Londra’ya döndüm. Londra’da sekreter ve bazı
bakanlık mensupları ile görüştüm. Onlara uzun seferimde yaptıklarımı ve
müşahedelerimi anlattım. Çok sevindiler ve memnuniyetlerini bildirdiler. Daha
önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiye de, benim raporuma mutabık bir
rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, bakanlığın adamları, beni takip
etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlattıklarıma uygun
raporlar vermişler.
Sekreter, Bakan ile görüşmem için bana vakit verdi. Bakanı makamında ziyaret
ettiğimde, beni İstanbul’dan döndüğüm seferden farklı bir şekilde karşıladı.
Kalbinde, müstesna bir yer işgal etmiş olduğumu anladım.
Bakan, Necdli genci elde ettiğime çok memnun oldu. (O, bakanlığımızın aradığı
bir silah idi. Bütün mesain, sadece onu elde etmek için olsa da değer) dedi.
Ben de, (Necdli genç için çok endişeli idim. Zira fikrinden dönmüş olabilir)
dedim. (Kalbin rahat olsun. Ondan ayrıldığında sahip olduğu fikirlerden
dönmemiştir ve İsfahan’da bakanlığımızın casusları, onunla görüşmüşler,
bakanlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir) dedi. Kendi kendime dedim ki,
(Necdli genç nasıl sırlarını başkasına anlatabilir!) Bunu bakana sormaya cesaret
edemedim. Fakat, sonra Necdli genç ile görüştüğümde anladım ki, İsfahan’da
Abdülkerim isminde bir adam onunla görüşmüş ve (Ben Şeyh Muhammedin [Beni kast
ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi) diyerek,
Necdli Muhammedi aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.
Necdli Muhammed bana, (Safiye benimle İsfahan’a geldi ve iki ay daha, onunla
müta nikahı ile yaşadık. Abdülkerim de, benimle Şiraz’a geldi ve Safiye’den daha
güzel ve daha cazip Asiye isminde bir kadın daha buldu. O kadınla da müta ile,
hayatımın en neşeli dakikalarını geçirdim) dedi.
Daha sonra öğrendim ki, Abdülkerim, İsfahan havalisinden Celfa’da oturan,
bakanlığın hıristiyan bir ajanıdır. Asiye ise, Şiraz Yahudilerinden olup,
bakanlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necdli genci ileride kendisinden
bekleneni en güzel bir şekilde yapabilecek surette yetiştirdik.
Ben, olayları anlatınca, Bakan bana, (Sen bakanlığın en büyük madalyasını hak
ettin. Zira sen, bakanlığın en mühim ajanları arasında birincisin. Sekreter
sana, vazifende yardımcı olacak bazı devlet sırları söyleyecek) dedi. Sonra,
bana on günlük izin verdiler.
Yeni emirleri almak için Bakanlığa, gittiğimde, sekreter, (sana çok mühim iki
devlet sırrı söyleyeceğim. İlerde, bu iki sırdan çok istifaden olacaktır. Bu iki
sırrı, kendilerine tam itimat edilen, birkaç kişiden başka kimse bilmez) dedi.
Elimden tutarak, Bakanlığın bir odasına götürdü. Bu odada çok cazip bir şeyle
karşılaştım: Yuvarlak bir masanın etrafında on adam oturuyordu.
Birincisi, Osmanlı padişahının kıyafetinde idi. Türkçe ve İngilizce
biliyordu.
İkincisi, İstanbul’daki Şeyh-ul-İslamın kıyafetinde idi.
Üçüncüsü, İran Şahının kıyafetinde idi.
Dördüncüsü, İran sarayındaki vezirin kıyafetinde idi.
Beşincisi, Şiilerin tâbi olduğu Necef’deki en büyük âlimin kıyafetinde
idi.
Bu son üç kişi, Farsça ve İngilizce biliyorlardı. Bu adamların her birisinin
yanında, onların söylediklerini yazmak için, birer katip bulunuyordu. Bu
katipler aynı zamanda, bu adamlara, casusların İstanbul, İran ve Necef’deki,
onların asılları olan beş kişi hakkında topladıkları malumatı bildiriyorlardı.
Sekreter, (Bu beş kişi, oralardaki beş kişiyi temsil ederler. Onların ne
düşündüklerini anlamak için, asılları gibi yetiştirdik. Biz İstanbul, Tahran ve
Necef’dekilerle alakalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz. Bunlar
da, kendilerini oradakilerin yerinde kabul eder. Biz onlara soruyoruz, onlar da
bize cevaplandırıyor. Bizim tespitimize göre, buradakilerin cevapları,
oradakilerin cevaplarına yüzde yetmiş uymaktadır. İstersen, tecrübe mahiyetinde
bir şeyler sorabilirsin. Nasılsa, daha önce Necef âlimi ile görüşmüştün) dedi.
Ben de peki dedim. Zira, daha önce, Necef’deki şianın en büyük âlimi ile
görüşmüş ve ona bazı hususlar sormuştum. İşte, onun benzerinin yanına yaklaştım
ve bazı sorular sordum o da cevaplandırdı.
Bakanlıktaki bu adamın cevapları, Necef’deki Şii âliminin cevaplarına tıpa tıp
mutabık idi. Bu adamın Necef’deki âlime bu kadar uygunluğu, beni hayretler
içinde bıraktı. Bir de üstelik bu adam Farsça biliyordu.
Sekreter, (Şayet sen diğer dört kişinin asılları ile de görüşmüş olsaydın, şimdi
onlarla da görüşebilir ve onların da asıllarına ne kadar mutabık olduğunu
görebilirdin) dedi. Ben dedim ki, (Şeyh-ul-İslamın da nasıl düşündüğünü
biliyorum. Çünkü, benim İstanbul’daki hocam Ahmed efendi, Şeyh-ul-İslamı bana
iyice anlatmıştı.) Sekreter, (O zaman buyur, onun da numunesi ile
görüşebilirsin) dedi.
Şeyh-ul-İslamın benzerinin yanına yaklaştım ve ona da bazı sorular sordum. O da
cevaplandırdı. Bu soruları hocam Ahmed efendiye de, daha önce sormuş ve az bir
fark ile aynı cevapları almıştım.
Sonra, sekretere dedim ki, (Bu benzer kimseleri hazırlamanın hikmeti nedir?)
Bana; (Biz bu usul ile onların düşünce kabiliyetlerini öğreniyoruz. Siyasi ve
dini mevzularda, onlar ile mücadele etmemize yardımcı tedbirler bulmaya
çalışıyoruz. Mesela, düşman askerlerinin hangi taraftan geleceğini bilirsen, ona
göre hazırlanır ve askerlerini uygun yerlere yerleştirirsin ve onu perişan
edersin. Fakat, onun ne taraftan saldıracağını bilmezsen, askerlerini her tarafa
gelişigüzel dağıtır ve mağlup olursun. Aynen öyle, Müslümanların, getirecekleri
delilleri bilirsen, onların delillerini çürütebilecek karşı deliller hazırlaman
mümkün olur ve o karşı delillerle onların akidelerini sarsabilirsin) dedi.
Sonra, bin sayfalık bir kitap verdi. (Okuduktan sonra getirirsin) dedi.
Bakanlığın verdiği kitabı okuduktan sonra, devletime olan itimadım biraz daha
arttı ve Osmanlı İmparatorluğunun bir asırdan daha az bir zaman içinde yıkılması
planlarının hazırlandığını yakînen anladım. Müslümanlarla alakalı malumatım
arttı. Onların nasıl düşündüğünü, onların zayıf noktalarını, kuvvetli
noktalarını, ayrıca, kuvvetli noktalarını zayıf nokta haline getirmenin
usullerini iyice öğrenmiş oldum.
Kitap, (Müslümanların zayıf noktaları) olarak, zikir ettiği yukarıdaki
maddelerden sonra, Müslümanları, dinleri olan İslamiyet’in maddi ve manevi
üstünlüğünden cahil bırakmanın lazım olduğunu tavsiye ediyordu.
Kitabın, bozulup yok edilmesini emrettiği kuvvet noktaları da şunlardır:
1- İslam, ırk, dil, örf, âdet ve milliyetçilik taassubunu ortadan
kaldırmıştır.
2- Faiz, ihtikâr, zina, içki ve domuz eti yasaktır.
3- Müslümanlar, sımsıkı bir şekilde âlimlerine bağlıdırlar.
4- Sünniler Halifeyi Peygamberin vekili olarak kabul eder. Allah’a ve
Peygambere gösterilmesi lazım olan hürmeti, ona da göstermenin farz olduğuna
inanırlar.
5- Cihad farz derler.
6- Şiilere göre, gayri müslimler ve Sünniler necistir.
7- Bütün Müslümanlar, İslam’ın biricik hak din olduğuna iman ederler.
8- Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasından çıkarılmasının farz
olduğuna inanırlar.
9- İbadetlerini, mesela (namazı, orucu, haccı...) çok güzel bir şekilde
eda ederler.
10- Şiiler, İslam ülkesinde kiliselerin inşasının haram olduğuna inanırlar.
11- Müslümanlar, İslam akidesine sımsıkı bağlıdırlar.
12- Şiiler, (Humüs)ün yani ganimetin beşte birinin âlimlere verilmesini farz
bilirler.
13- Müslümanlar, çocuklarını öyle büyütüyorlar ki, ecdatlarının yolundan
ayrılmaları mümkün değildir.
14- Müslüman kadınlar, o kadar örtünüyor ki, onlara fesadın bulaşması çok
zordur.
15- Müslümanları her gün beş defa bir araya getiren, cemaat namazları
vardır.
16- Ali ve salihlerin kabirleri mukaddes olduğu için, oralarda da
toplanırlar.
17- Peygamberlerinin neslinden gelen Seyyid ve şerifler Peygamberi
hatırlatırlar.
18- Vaizler, müslümanların imanlarını kuvvetlendirir ve ibadete teşvik
ederler.
19- Emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker farzdır.
20- Müslümanların çoğalması için, evlenmek ve çok kadın nikah etmek
sünnettir.
21- Müslüman için, bir insanı İslam’a getirmek, bütün dünyaya sahip
olmaktan iyidir.
22- Müslümanlar arasında, (Kim hayırlı bir çığır, bir yol açarsa, onun
sevabına ve o yolda giden her insanın kazandığı sevaplara nail olur) hadisi
meşhurdur.
23- Müslümanlar, Kur’ana ve hadislere çok büyük hürmet gösterirler. Onlara
tâbi olmanın, Cennete girmeye biricik sebep olduğuna inanırlar.
Kitap, Müslümanların kuvvetli noktalarını bozup, zayıf noktalarını yaymayı
tavsiye ediyor ve bunu yapabilmek için, gerekli yolları sıralıyor.
Zayıf noktaları yaymak için şunları yapmalıyız:
1- Cemaatlerin, aralarına düşmanlık sokup, suizannı aşılayarak, bölücülüğü
teşvik eden kitaplar yayınlamak suretiyle, ihtilafları yerleştireceğiz.
2- Okulların açılmasını, kitapların yayınlanmasını men etmeliyiz. Yakılması
ve yok edilmesi mümkün olan din kitaplarını yakıp yok etmeliyiz. Din adamları
hakkında muhtelif iftiralar uydurmakla, Müslümanları, çocuklarını dini okullara
vermekten vazgeçirerek, cahil kalmalarını sağlamalıyız.
3-4- Onların yanında Cenneti övüp, dünyaya önem vermemeyi teşvik etmeliyiz.
5- Hükümdarları zulüm ve diktatörlük yapmaya teşvik etmeliyiz.
6- İdam cezasını kaldırmak. Gaspçıları, hırsızları cezalandırmaktan hükümeti
alıkoymak ve anarşistleri silahlandırarak, bu işi yapmalarını teşvik etmek ve
güvensizliği yaymak için çalışmalıyız.
7- Şu şekilde, onların hastalık içinde yaşamalarını sağlayabiliriz:
Her şey Allah’ın kaderi ile olur. Tedavinin iyileşmede hiçbir tesiri yoktur.
Allah Kur’anda, (Rabbim beni yedirir ve içirir. Hasta olduğum zaman da, O
bana şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek Odur) [Şuara 79-80-81]
dememiş mi? Öyleyse, Allah’ın iradesi dışında kimse, ne şifa bulur ve ne de
ölümden kurtulur diyerek tedaviden uzaklaştırmak gerekir.
8- Zulmü temin için, İslam, ibadet dinidir. Onun devlet işleriyle ilgisi
olmaz demeli.
9- İktisadi çöküntü de, bahsi geçen zararlı işlerin tâbii bir neticesidir.
Mahsulleri çürütmek, ticaret gemilerini batırmak, çarşıları yakmak, bentleri,
barajları yıkıp ziraat sahalarını ve sanayi merkezlerini su altında bırakmak ve
içme suyu şebekelerine zehir katmak suretiyle tahribatı arttırmalıdır.
[ÖNEMLİ NOT: Yukarıdaki 9. maddeyi okuyunca, tarihte bilinen meşhur Edirne,
İstanbul ve Babıali yangınlarını hatırladık. Bakın o tarihlerden itibaren nasıl
yangınlar olmuş. Bu kadar yangın tesadüf mü, yoksa casuslar mı yaptı?
Ansiklopedilerdeki bilgiler şöyle:
* İstanbul, 24 Temmuz 1660 Cumartesi günü tarihinin en büyük yangın
felaketine uğradı. Öyle ki 49 saat içinde şehrin üçte biri kül oldu. Yangın
Unkapanı semtinde başlayarak, Topkapı Sarayı yönüne, Aksaray’dan surlara doğru
ve Fatih semtine yayıldı. Deniz kenarındaki surların tepesinden aşarak, Marmara
kıyılarında bulunanların üzerine kıvılcımlar sıçradı. En az 4000 kişinin öldüğü
bu yangında 80.000 ev kül oldu. Yangında su yolları kapandı ve fırınlar
çalışmadığı için, halkın büyük bir kısmı aç ve susuz kaldı. Sultan Dördüncü
Mehmed Hanın büyük gayretleri ve yardımlarıyla iki ay içinde Anadolu’dan
getirilen ustalarla yanan binaların yerlerine yenileri yaptırıldı. Bu yangında
360 cami ve mescit, 40 hamam, 100 han ve kervansaray, 100 depo, yüzlerce konak,
okul, medrese, tekke yanmıştı.
* 5 Eylül 1693’de Ayazma Kapısında çıkan yangında; 18 cami, 19 mescit, 17
ilkokul, 10 medrese ve tekke, 11 hamam, 12 fırın, 2517 ev, 1146 dükkan birçok
han ve depo yandı.
* 1700 senesinde, Edirne 350 bin nüfusu ile dünyanın en büyük birkaç
şehrinden biriydi. Bunlar; İstanbul, Paris, Londra ve Edirne idi. On sekizinci
asırdan itibaren gerilemeye başladı. 1745 senesinde çıkan büyük bir yangınla 60
mahalle kül oldu. 1751 yangını da 1745’deki yangın şiddetindeydi.
* 28 Eylül 1755’de İstanbul’da Hoca paşa semtinde çıkan yangın, dört kola
ayrılarak büyük bir âfet hâline geldi. Yaklaşık otuz altı saat süren yangın
sonunda Paşa kapısı da yandığından, sadâret dairesi bir müddet Kadırga
Limanındaki Esma Sultan Sarayına nakledildi.
* 6 Temmuz 1756’da, Sultan Üçüncü Osman devrinin ikinci büyük yangını
oldu. Bu yangın İstanbul’un dörtte üçünü kül hâline getirdi. Cibâli taraflarında
başlayan yangın, on üç kola ayrıldı. Unkapanı, Süleymaniye tarafları, Vefa’dan
itibaren Şehzadebaşı, eski yeniçeri odaları, Langa tarafları, Zeyrek, Saraçhane,
Etmeydanı, Aksaray, Davutpaşa İskelesi, Fatih, Sultanselim, Ali Paşa Çarşısı,
Aya kapısı semtleri harabe hâline geldi.
* 7 Temmuz 1795 gecesi çıkan yangında İstanbul’un mal depoları büyük
ticarethaneleri yandı. Uğranılan zarar tahmini olarak o zamanki Osmanlı
Devletinin iki yıllık geliri kadardı.
* 1908, 1911, Mart ve 13 Haziran 1918’de çıkan dört yangın Sultanselim,
Fatih, Halıcılarda büyük zararlara sebep oldu. Harp içinde olan devlet bunların
yerine hemen yenisini yaptıramadığından uzun yıllar yanık yerler öyle kaldı.
* Babıali Yangınları: Osmanlı Devletinin idari merkezi olan Babıali'nin;
1740, 1755, 1808, 1826 ve 1839 senelerinde tamamen, 1878 ve 1911 senelerinde ise
kısmen yanmasına sebep olan yangınlardır.]
10- Devlet adamlarını, kadın ve spor gibi fitneye ve parçalanmaya sebep
olacak arzulara, içki, kumar, rüşvete ve hazine mallarını, kendi şahsi işlerinde
harcamaya alıştırmak, vazifelileri bu işleri yapmaya teşvik edip, bize hizmet
edenleri ödüllendirmek lazımdır. Bu işlerle vazifeli ingiliz casuslarını, gizli
ve açık olarak korumak, onlardan Müslümanların eline geçenleri kurtarmak için,
her çeşit masrafı yapmak lazımdır.
11- Faizin her şeklini yaymak lazımdır. Zira faiz, milli ekonomiyi harap
ettiği gibi, Müslümanları, Kur’anın ahkamına karşı gelmeye de alıştırır. Zira
insan, bir kanunun bir maddesini ihlal edince, artık diğer maddelerini de ihlal
etmesi kolay olur.
12- Âlimlere kötü isnatlarda bulunup, aleyhlerine adi ithamlar uydurarak,
Müslümanların onlardan soğumalarını temin etmek lazımdır. Casuslarımızın bir
kısmını, onların kıyafetine sokacağız. Sonra, bunlara çirkin işler yaptıracağız.
Böylece bunlar, âlimler ile karışmış olacak ve her âlimden şüphe edilecek. Bu
casusları, El-Ezhere, İstanbul’a, Necef ve Kerbela’ya sokmak zaruridir.
Müslümanları âlimlerden soğutmak için okullar, kolejler açacağız. Buralarda, Rum
ve Ermeni çocuklarını, Müslümanlara düşman olarak yetiştireceğiz. Müslüman
çocuklarına da kendi ecdatlarının cahil olduklarını aşılayacağız. Bu çocukları,
Halife ve âlimler ve devlet adamlarından soğutmak için, onların hatalarını,
kendi zevkleri ile meşgul olduklarını, Halifenin cariyelerle vakit geçirip,
halkın malını kötü yollarda kullandığını, hiçbir işte Peygambere uymadıklarını
aşılayacağız.
13- İslam’ın, kadına hakaret ettiğini yayacağız. Feminizmi savunacağız.
14- Pislik, susuzluğun neticesidir. Suyun arttırılmasına mani olmaya
çalışmalıyız.
Müslümanların kuvvetli noktalarını tahrip etmek için:
1- Müslümanların arasında, ırkçılık ve milliyetçiliği körükleyecek ve
onların dikkatlerini, İslamiyet’ten önceki kahramanlıklarına çekeceksiniz.
Mısır’da Firavunluğu, İran’da Mecusiliği, Irak’ta Babilliliği, Osmanlıda Attila
ve Cengiz vahşetini canlandıracaksınız
2- Şu dört şeyi, gizli açık yaymak lazımdır: İçki, kumar, zina ve domuz eti
[ve spor kulüplerinin birbirleri ile kavgaları]. Bu işi yapmak için, İslam
ülkelerinde yaşayan Hıristiyan, Yahudi, Mecusi ve diğer gayri müslimlerden azami
derecede istifade etmek ve bu iş için çalışanlara Sömürgeler bakanlığının
bütçesinden bol maaş bağlamak lazımdır. Bunun için, siyasi fırkaların ve spor
kulüplerinin çoğalmasını sağlayacağız. Partileri ve kulüpleri birbirlerine
düşman yapacağız. Birbirleri ile uğraşacaklar, din kitabı okumaya, dinlerini
öğrenmeye vakit bulamayacaklardır. Avladığımız kimselere günlük gazete, dergi
çıkartacağız. Gazetelerini, dergilerini, bol para ile, menfaatler ile
besleyeceğiz. Satın aldığımız kimseleri, kurtarıcı, kahraman gibi isimlerle meth
ettireceğiz. İslam dinini ve ahkam-ı İslamiyeye bağlı olan idarecileri
kötületeceğiz. Din terbiyesinin kaynağı olan aile yuvalarını yok edeceğiz. Bunun
için, spor, güreş ismi altında, avret mahalleri, edep yerleri açık kız ve oğlan
resimleri yayınlayarak, gençleri fuhşa, eşcinselliğe, cinsi sapıklığa
sürükleyeceğiz. İslam ahlakını bozunca, İslamiyet’i yok etmek kolay olur. Çok
cami yapacağız. Fakat, camilerde, hocaları değil, misyonerleri ve mezhepsizleri
konuşturacağız. İslam müziği ismi altında, çalgıları, şarkıları, radyoları
camilere sokacağız. Camileri birer tuzak olarak kullanacağız. Camilere giden ve
kadınları örtünen devlet memurlarını ve subayları, casuslarımız tespit edecek,
bunlar, vazifelerinden uzaklaştırılacaklardır. Ahkam-ı İslamiyeye uyan gençler,
üniversitelere alınmayacak, girmiş olanların diploma almaları engellenecektir.
Sekreter, bu bilgileri gizli tutmamızı, Necdli Muhammed’den de saklamamızı sıkı
tembih etti. Ben de bu hatıralarımı mahkemeye vererek, elli yıldan önce
açılmamasını vasiyet ettim.
3- Cihadın geçici bir farz olduğunu, vaktinin son bulduğunu telkin
edeceksiniz.
4- Şiilerin kalblerinden, kâfirlerin necis olduğu fikrini çıkaracaksınız.
5- Müslümanlara, İslam'dan kastın mutlak din olduğunu ve bu dinin Yahudilik
ve Hıristiyanlık olabileceğini, sadece İslamiyet’in olmadığı inancını
aşılayacaksınız.
6- Kilise yapmanın haram olmadığını, Peygamber ve Halifeleri onları
yıkmadığını, bilakis onlara hürmet gösterdiğini, İslam’ın ibadethanelere
hürmetkâr olduğunu, onları yıkmadığını, yıkanlara mani olduğunu çokça
söyleyeceksiniz.
7- (Yahudileri Arap yarımadasından çıkarın) ve (Arap yarımadasında
iki din olmaz) hadisleri hakkında, Müslümanları şüpheye düşüreceksiniz,
zayıf veya uydurma diyeceksiniz. Hadislere şüphe ile bakılmasını
sağlayacaksınız.
8- Müslümanları, ibadetlerinden men etmeye çalışacak ve (Allah insanların
ibadetlerine muhtaç değildir) diyerek, onları ibadetlerin faydaları hakkında
tereddüte düşüreceksiniz. Hacca gitmek ve cemaat ile namaz kılmak gibi, onları
bir araya getiren ibadetlerden men edeceksiniz. Aynı şekilde, camilerin,
türbelerin ve medreselerin inşasına mani olmaya çalışacaksınız.
9- Harpte düşmandan ganimet olarak alınan malın beşte birinin [Humusun],
âlimlere verilmesini şüphelendirecek ve bunun ticaret kazancıyla bir ilgisinin
olmadığını izah edeceksiniz.
10- Müslümanların akidelerine bid’atler sokup, İslam’ı gericilik ve terör
dini olmakla itham edeceksiniz. İslam memleketlerinin geri kaldığını,
sarsıntılara maruz kaldığını söyleyecek ve böylece onların İslam’a olan
bağlılıklarını zayıflatmış olacaksınız.
11- Çocukları babalarından uzaklaştırıp, büyüklerinin dini terbiyelerinden
mahrum kalmalarını sağlayacaksınız. Onları, biz yetiştireceğiz. Binaenaleyh,
çocuklar babalarının terbiyelerinden koptukları an, akideden, dinden ve
âlimlerden kopmaya mahkum olacaklardır.
12- Kadını tahrik edip, örtüsünü açmasına sebep olacaksınız. Kadını açtıktan
sonra, gençleri tahrik edip, her ikisinin arasında fesat hasıl olması için
çalışacaksınız! İslam’ı yok etmek için, bu iş, çok etkilidir. Önce bu işi gayri
müslim kadınlara yaptıracaksınız. Sonra, Müslüman kadın kendiliğinden bozulup,
bunların yaptığını yapacaktır.
13- Cami imamlarının fasık, sapık olduklarını yayarak cemaat ile namazı
ortadan kaldıracaksınız.
14- Bid’at olduğu gerekçesiyle, türbelerin hepsinin yıkılması lazımdır
diyeceksiniz.
15- Seyyidlerin, Peygamberlerinin soyundan geldikleri hususunda insanlar
tereddüde düşürülecek. Seyyid olmayanlara fellahlara, zencilere yeşil sarık
giydirilip, seyyidlerin diğer insanlarla karışmaları temin edilecek. Böylece,
insanlar bu hususta şaşırıp, Seyyidler hakkında suizanda bulunacaklar.
16- Vaizleri azaltmaya çalışılacaktır.
17- Müslümanlara hürriyet var diyerek, (Herkes dilediğini yapabilir. Emr-i
maruf ve nehy-i münker ve İslam ahkamının öğretimi farz değildir) diyeceksiniz!
18- Müslümanların neslini azaltmak için, doğum kontrolü yapılacaktır ve
birden fazla evliliği yasaklatacaksınız.
19- İslam’ın yayılması ve Müslüman olmayanlara öğretilmesi faaliyetleri
kat’i surette men olunacak. İslam’ın yalnız Arapların dini olduğu fikri
yayılacak.
20- Hayır kurumlarının hudutları daraltılacak ve devlete ait bir hâle
getirilecek.
21- Müslümanları Kur’an hakkında şüpheye düşürecek ve içinde noksanlık ve
fazlalık var, diyeceksiniz. Arap memleketleri dışında (Ezan), (Namaz) ve
(Dualar)ın Arapça yapılmasını önleyeceksiniz. Hadisler hakkında da Müslümanlar
tereddüte düşürülecektir. Bu zayıf, bu uydurma denecek. Hadislerin kaynak olması
devreden çıkarılacak, yalnız Kur’an denilecektir.
(İslam’ı nasıl yıkabiliriz) isimli bu kitap, çok mükemmel idi. İleride
yapacağım çalışmalar için, emsalsiz bir rehber idi. Sekretere kitabı iade edip,
memnuniyetimi ifade ettiğimde, bana, (Bilmiş ol ki, bu meydanda, sen yalnız
değilsin. Yaptığın işi yapan pek çok adamlarımız var. Bu işi yapmak için,
şimdiye kadar bakanlığımız beş binden fazla adam vazifelendirmiş
bulunmaktadır. Bakanlık bu sayıyı yüz bine çıkarmayı düşünüyor. Bu sayıya
ulaştığımız zaman, Müslümanların hepsine hakim olacak ve bütün İslam ülkelerini
ele geçirmiş olacağız) dedi.
Daha sonra, sekreter şunları söyledi:
(Sana şunu müjdelerim ki, bakanlığımızın bu programı gerçekleştirmesi için, en
fazla, bir asırlık bir zamana ihtiyaç vardır. Biz o günleri görmesek bile,
çocuklarımız görecektir. Şu atasözü ne kadar güzeldir: (Başkasının ektiğini
yedim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum.) İngilizler, bunu yaptığı
zaman, bütün Hıristiyan âlemini memnun etmiş ve onları 12 asırlık felaketten
kurtarmış olacaktır.)
Sekreter sözlerine şöyle devam etti:
(Asırlarca devam eden Haçlı seferleri, hiçbir fayda sağlayamadı. Keza, Moğollar
[Cengiz orduları] da, İslam’ın köklerini kazımak için bir şey yapmış sayılmaz.
Çünkü onların yaptığı iş, plansızdı. Düşmanlıklarını ortaya koyacak, askeri
işler yapıyorlardı. Bunun için, çok çabuk yoruldular. Fakat şimdi, hükümetimizin
değerli idarecileri, İslam’ı çok ince bir plan ve uzun bir sabırla içten yıkmak
için çalışıyorlar. Askeri güç kullanmamız da lazımdır. Fakat bu iş, son aşamada,
yani İslam’ı yiyip bitirdikten ve her tarafından balyozlayıp, bir daha
toparlanamaz, bizimle savaşamaz hâle geldikten sonra gelir.)
Sekreter sözlerini şöyle bitirdi:
(İstanbul’daki büyüklerimiz, çok akıllı ve zeki imişler, ki bizim planımızın
aynını uygulamışlar. Ne yapmışlar: Müslümanların arasına sokulup, onların
çocukları için, medreseler açmışlar, Kiliseler inşa etmişler. Onların arasında,
içkiyi, kumarı, fıskı, futbolu çok güzel bir şekilde yaymayı başarmışlar. İslam
gençliğini, dinleri hakkında şüpheye düşürmeye, kendi hükümetleri ile aralarına
münakaşa ve muhalefet sokmaya, her tarafta anarşiyi yaygınlaştırmaya, amirlerin,
müdürlerin, devlet adamlarının evlerini Hıristiyan kadınları ile doldurarak,
ahlaklarını bozmaya çalışmışlardır. Biz de, bu şekilde hareket ederek, onların
kuvvetlerini kıracağız, dinleri ile olan irtibatlarını sarsacağız, ahlaklarını
bozacağız. Birlik ve beraberliklerini yok edeceğiz. Sonra, ani bir savaş
başlatıp, İslam’ın kökünü kazıyacağız.)
Sekreter ikinci sırrı da açıkladı
Birinci sırrın tadını tattıktan sonra, ikinci sırrı da öğrenmek için, can
atıyordum. Nihayet bir gün sekreter, söz verdiği ikinci sırrı da açıkladı.
İkinci sır, bir asırlık bir zaman içinde İslam’ı yok edip unutturmak gayesi ile,
bakanlıkta bu iş için çalışan yüksek rütbeli İngilizlere mahsus hazırlanmış,
elli sayfalık bir plan dergisi idi. Bu planlar 14 maddede toplanmıştı. O planlar
şunlardı:
1- Buhara’yı, Tacikistan’ı, Ermenistan’ı, Horasan ve etrafını istila
etmek için, Rus çarı ile çok iyi bir ittifak ve yardım anlaşması kurmamız
lazımdır.
2- İslam âlemini, hem içerden, hem de dışarıdan yıkmak için, Fransa ve Rusya
ile, işbirliği yapmamız lazımdır.
3- Türk-İran hükümetleri arasına çok şiddetli ihtilaflar sokup, her iki
tarafta milliyetçilik ve ırkçılık fikirlerini kuvvetlendirmemiz lazımdır.
Ayrıca, birbirine komşu bütün Müslüman kabile ve milletlerin arasına ve Müslüman
ülkeler arasına düşmanlık sokmamız lazımdır. Halkı gruplara bölmek, eskileri
dahil, bütün bozuk mezhepleri ihya edip, canlı tutmak ve birbirine düşürmek
lazımdır.
4- İslam ülkelerinden bazı parçaları gayri müslimlerin eline vermek
lazımdır. Mesela: Medine’yi Yahudilere, İskenderiye’yi Hıristiyanlara, İmareyi
Saibeye, Kermanşahı Ali’yi ilahlaştıran Nusayrilere, Musulu Yezidilere, İran
körfezini Hindulara, Trablusu Dürzilere, Karsı Ermenilere, Maskatı Haricilere
vermek lazımdır. Sonra, bunları, para, silah ve gerekli bilgilerle takviye etmek
gerekir ki, bunlar İslam’ın vücudunda birer diken olsun. İslam iyice yıkılıp
kayboluncaya kadar, bunların yerlerini genişletmek lazımdır.
5- Osmanlı ve İran’ı, birbirleriyle hiç anlaşamayan ufak mahalli devletlere
bölmeyi planlamak lazımdır. Hindistan’ın şimdiki hâli gibi. Zira, şöyle bir
nazariye var: (Parçala, hükmet, parçala, mahvet)
6- İslam’ın bünyesinde, tahrif edilmiş din ve mezhepler ihdas etmek lazımdır
ve ihdas edeceğimiz bu dinlerin her birisinin bir memleketin insanlarının heva
ve hevesine uygun olması için, çok ince bir plan yapmalıyız.
7- Zina, homoseksüellik, içki ve kumar ile, halk arasına fitne ve fesat
tohumları saçılacak. Bunun için, bu memleketlerde yaşayan gayri müslimler
kullanılacak.
8- İslam ülkelerinde zalim liderler yetiştirmeye, bunları hükümetin başına
geçirerek, İslamiyet’e uymayı yasaklayan kanunlar çıkarmaya azami önem vermek
lazımdır. Onları kullanıp, bakanlığın yap dediğini yapacak, yapma dediğini
yapmayacak duruma getirmeliyiz. Onların vasıtası ile Müslümanlara ve İslam
ülkelerine isteklerimizi kanun zoru ile yaptırmalıyız. İslamiyet’e uymayı suç,
ibadet yapmayı gericilik haline getirmeliyiz. Müslüman ülkelerdeki hükümet
adamlarını, mümkün olduğu kadar aslı gayri müslimlerden seçtirmeliyiz. Bunu
yapmak için, bazı ajanlarımızı sureten Müslüman, din adamı şekline sokup,
isteklerimizi icra etmek için, yüksek makamlara getirmeliyiz.
9- Mümkün mertebe Arapça’nın öğretilmesine mani olacaksınız. Arapça’nın
dışındaki dilleri, yayacaksınız. Arap ülkelerinde, yabancı diller, ihya edecek
ve Kur’an ile Sünnetin dili olan fasih Arapça’yı yok etmek için, mahalli
lehçeleri yayacaksınız.
10- Devlet adamlarının etrafına adamlarımızı yerleştirip, onların vasıtası
ile, bakanlığımızın arzularını tatbik etmek için, onları bu devlet adamlarının
müsteşarları haline getirmeliyiz. Bu işin en kolay yolu, köle ticaretidir: Köle
ve cariye olarak göndereceğimiz casusları, evvela layıkı ile yetiştireceğiz.
Sonra, Müslüman devlet adamlarının yakınlarına, mesela onların çocuklarına,
hanımlarına ve onların indinde hatırı sayılır insanlara satmalıyız. Sattığımız
bu köleler, tedrici olarak, devlet adamlarına yaklaşacaklardır. Onların anneleri
ve mürebbiyeleri olup, bileziğin bileği ihata ettiği gibi, onlar da, Müslüman
devlet adamlarını ihata edeceklerdir.
11- Misyonerliğin sahasını genişletip, her sınıf ve mesleğe bilhassa doktor,
mühendis, muhasebeci v.s. gibi mesleklere sokmalıyız. İslam ülkelerinde kilise,
okul, hastane, kütüphane ve hayır kurumları ismi altında propaganda, yayın
merkezleri açmalı ve bunları, İslam ülkelerinin dört bir bucağına yaymalıyız.
Milyonlarca Hıristiyan kitaplarını bedava dağıtmalıyız. İslam tarihinin yanında,
Hıristiyan tarihini, devletler hukukunu da neşir etmeliyiz. Kilise ve
manastırlara rahib ve rahibe ismi altında casuslarımızı yerleştirmeliyiz.
Bunları vasıta olarak kullanıp, Hıristiyan hareketlere rehberlik yapmalarını
temin etmeliyiz. Müslümanların her hareket ve fikirlerini öğrenip bize
aktarmalarını temin etmeliyiz. İslam tarihini bozup, tahrif edecek ve
Müslümanların ahval ve dinlerini iyice öğrendikten sonra, onların bütün
kitaplarını imha edecek, İslam ilimlerini yok edecek, profesör, ilim adamı,
araştırmacı gibi isimler altında, bir Hıristiyan ordusu kurmalıyız.
12- Kız, erkek, bütün İslam gençliğinin kafasını karıştırıp, İslamiyet
hakkında şüphe ve tereddüte düşmelerini temin etmeliyiz. Okul, kitap, mecmua
[spor kulüpleri, sinema filmleri, televizyon] ve bu iş için yetiştirilmiş
elemanlarımızın vasıtası ile, onların ahlaklarını sıfıra indirmeliyiz. Yahudi,
Hıristiyan ve bütün gayri müslim gençleri, onları avlamak için, birer tuzak
olarak yetiştirmek için, gizli örgütler açmalıyız!
13- İç savaş ve ayaklanmaları teşvik etmeli ve kendi aralarında ve gayri
müslimler ile daima mücadele halinde olmalarını temin etmeliyiz ki, kuvvetleri
zail olsun, genç ve faal olanları ortadan kalksın. Barış ve huzur, yerini
ihtilale bıraksın.
14- İktisatları tahrip edilecek, gelir kaynakları, ziraat sahaları
bozdurulacak, su bentleri yıktırılacak, ırmaklar kurutulacak, tembellik
yaygınlaştırılacak, tembeller için, oyun yerleri açılacak. Uyuşturucu madde,
içki, yaygın bir hale getirilecektir.
Bana bu muhteşem vesikanın bir kopyasını verdiği için, sekretere teşekkür ettim.
Abdülvehhab oğlunun kabul ettiği, Bakanlığın 6 maddelik ince planı
Londra’da bir ay daha kaldıktan sonra, tekrar Necdli Muhammed ile görüşmek
üzere, Irak’a gitmek için emir aldım. Sefere çıkarken, sekreter bana dedi ki:
(Necdli Muhammed hakkında bir ihmalkârlık yapmayasın! Casuslarımızın
gönderdikleri raporlardan anlaşıldığı gibi o, planlarımızı gerçekleştirmek için
çok uygun bir ahmaktır. Onunla açık konuş! İsfahan’da ajanlarımız, onunla açıkça
konuşmuş, o da, isteklerimizi bir şart ile kabul etmiştir. Onun şartı şudur:
Görüşlerini açıklayınca, kendisine saldırması muhakkak olan, devlet adamlarından
ve âlimlerden kendini korumak için, kâfi derecede mal ve silahla takviye
edilmesi, memleketinde kendisine küçük de olsa, bir beylik kurulmasıdır.
Bakanlık da, bu şartları kabul etmiştir.)
Bu haberin verdiği sevinçle, az daha uçacaktım. O zaman, sekretere bu hususta,
ne yapmam gerektiğini sordum. Cevabında, (Necdli Muhammedin tatbik etmesi için,
bakanlık ince bir plan hazırlamıştır, şöyle ki:
1- Bütün Müslümanları, tekfir edip, onları öldürmenin, mallarını
ellerinden almanın, namuslarına tecavüzün, erkeklerini köle, hanımlarını cariye
yapıp, köle pazarlarında satmanın helal olduğunu söyleyecek.
2- Hac ibadetini ortadan kaldırmak için, kabileleri hacılara saldırtıp,
mallarını ellerinden almaya ve onları öldürmeye teşvik edecek.
3- Müslümanları, Halifeye itaat etmekten men etmeye çalışacak. Onları
Halifeye karşı isyan etmeye teşvik edecek ve bu iş için, ordular hazırlayacak.
4- Mekke, Medine ve diğer İslam ülkelerinde bulunan türbe, kubbe ve mukaddes
yerlerin put ve şirk olduklarını söyleyerek, yıkılmalarının lazım olduğunu ilan
edecek.
5- İslam ülkelerinde mümkün mertebe ihtilal, zulüm ve anarşiyi temin edecek.
6- Tahrif edilmiş bir Kur’an neşretmeye çalışacak.
Sekreter, yukarıdaki altı maddelik planı söyledikten sonra dedi ki:
(Bu büyük program seni korkutmasın. Çünkü vazifemiz, İslamiyet’i yok etme
tohumunu atmaktır. Bu işi tamamlayacak nesiller gelecektir. İngiliz hükümeti,
sabretmeyi ve adım adım yürümeyi âdet edinmiştir.)
Bir kaç gün sonra, Bakan ve sekreterden izin aldım, aile ve dostlarıma veda
ettim. Basra’ya doğru yola çıktım. Yorucu bir seferden sonra, nihayet geceleyin
Basra’ya vardım. Abdürrızanın evine gittim, uyandırdım. Beni görünce, çok
sevindi. Beni ağırladı. O gece, orada kaldım. Sabahleyin bana (Necdli Muhammed
bana uğradı ve sana bu mektubu bırakarak gitti) dedi. Mektubu açtım. Memleketi
olan Necd’e gittiğini ve adresini yazıyordu. Ben de hemen oraya doğru yola
çıktım. Son derece meşakkatli bir yolculuktan sonra, oraya vardım. Onu evinde
buldum.
Biz aramızda, benim onun kölesi olduğumu ve beni bir yere gönderdiğini, şimdi de
geri döndüğümü herkese söylemek için anlaştık. Beni böyle bildirdi.
Onun yanında iki yıl kaldım. Davetini ilan etmek için bir program hazırladık.
Nihayet, 1730’da, onun azmini kuvvetlendirdim. O da, kendine yardımcı
topladıktan sonra, kapalı bazı cümlelerle davetini kendine çok yakın olanlara
anlattı. Sonra, davetini günbegün genişletti. Onu düşmanlarından korumak için,
etrafına muhafızlar koydum. Ve onlara istedikleri kadar mal ve para verdim.
Düşmanları tecavüz etmek istediği zaman, muhafızların gayretlerini
arttırıyordum. Ve onları manen destekliyordum. Daveti yayıldıkça, muhalifleri
çoğalıyordu. Kendisine fazla hücum yapıldığı zaman, davetten vazgeçmek
istiyordu. Ama onu yalnız bırakmıyor, azmini kamçılıyordum. Ona, (Peygamber
senden daha fazla eziyet gördü. Biliyorsun, bu şeref yoludur. Her devrimci gibi,
biraz meşakkate tahammül etmelisin!) diyordum.
Biz daima düşmanların hücumuna uğrayabilirdik. Onun muhaliflerine karşı, parayla
aldığım casuslar koydum. Düşmanları ona bir zarar yapmak istediğinde, onlar beni
haberdar ediyor, ben de, zararlarını tesirsiz hâle getiriyordum. Bir sefer,
düşmanların onu öldürmek istedikleri haberini aldım. Hemen, onların
hazırladıklarına mani olmak için, gerekli tedbirleri aldım. İnsanlar,
düşmanlarının ona böyle bir şey yapmak istediklerini duyunca, onlardan nefret
etmeye başladılar. Böylece, kazdıkları kuyuya kendileri düştüler.
Planın 6 maddesini icra edeceğini bana vaad etti, (Şimdilik, bunlardan ancak bir
kısmını yerine getirebilirim) dedi. Bu sözünde haklı idi. O zaman, hepsini
yapması mümkün değildi. Tahrif edilmiş bir Kur’an neşir etmeyi de red etti. Bu
hususta, en çok Mekke’deki Şeriflerden ve İstanbul’daki hükümetten korkuyordu.
Bana, (Bu hususu açıkladığımız taktirde, kuvvetli bir ordunun hücumuna maruz
kalacağız) dedi. Onun mazeretini kabul ettim. Zira, doğru söylüyordu. Şartlar
müsait değildi.
Birkaç yıl sonra, Sömürgeler bakanlığı, Deriye emiri Muhammed bin Süudu da
safımıza çekmeye muvaffak oldu. Bana bunu haber vermek ve her iki Muhammedin
arasında muhabbet ve muaveneti tesis etmek için, bir haberci gönderdi.
Müslümanların kalblerini ve itimatlarını, dini yoldan temin için, Necdli bizim
Muhammed’den, siyasi yoldan temin için de, Muhammed bin Süuddan istifade ettik.
Böylece, devamlı, kuvvetlendik. Deriye şehrini merkez yaptık. Din
olarak da VEHHABİLİK dinini tesis ettik. Bakanlık, yeni vehhabi hükümeti
gizlice destekliyor ve takviye ediyordu. Yeni hükümet, Arabcayı ve çöl
muharebesini çok iyi öğrenmiş 11 ingiliz subayını köle ismi altında satın aldı.
Planları, bu subaylarla beraber hazırlıyorduk. Her iki Muhammed de,
gösterdiğimiz yolda yürüyorlardı. Bakanlığın özel bir emri olmadığı zaman,
konuları biz karara bağlıyorduk.
NOT: Bu kitabı dikkat ile okuyan, İslam’ın en büyük düşmanının,
İngilizler olduğunu anlayacak, şimdi bütün dünyadaki Müslümanlara saldıran
vehhabiliği, İngilizlerin kurduğunu ve onları beslemekte olduğunu iyi
öğrenecektir. Seyyid Abdülhakim efendi buyuruyor ki:
(İslam’ın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyet’i bir ağaca benzetirsek,
başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunlara
düşman olur. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu
ağaca hizmet eder. Besler. Müslümanlar da, onu sever. Fakat, gece kimse
anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir daha süremez. Vah vah çok
üzüldüm, diyerek Müslümanları aldatır. İngiliz’in, İslam’a böyle zehir salması
demek, para, mevki ve kadın gibi, nefsani arzular karşılığında satın aldığı
yerli münafıkların, soysuzların elleri ile, İslam âlimlerini, İslam kitaplarını,
bilgilerini ortadan kaldırmasıdır.)