Sual: Vehhabiler, (Vahdet-i vücutçular, La mevcûde illallah
yani Allah'tan başka varlık yoktur. Ne varsa Allah'tır, her şey Allah'ın bir
parçasıdır diyorlar. İ. Arabi Füsûsul-Hikem’de bu küfür olan görüşü savunuyor)
derken, bazıları da, (İbni Arabi, sonra o itikattan dönmüştür. Fütuhat-ı
Mekkiyye’ kitabında bu itikadından döndüğünü açıkça ifade etmiştir. Ancak,
vahdet-i vücud düşmanları bunu gizliyorlar) diyorlar. Vahdet-i vücut nedir? İbni
Arabi, nasıl birisidir?
CEVAP
Ne varsa Allah’tır, Allah’ın parçasıdır demek yanlıştır. Ancak La mevcûde
illallah = Allah’tan başka varlık yok demektir. Bu ifade Ehl-i sünnete
aykırı değildir. İbni Arabi hazretlerini şiddetli şekilde tenkit eden İmam-ı
Rabbani hazretleri de aynısını çeşitli mektuplarında uzun uzun bildiriyor.
Yalnız Allah vardır, âlem hayal mertebesinde yaratılmıştır buyuruyor. Şu sual,
âlimler tarafından İmam-ı Rabbani hazretlerine soruluyor:
Sual: Âlimler diyor ki, Allahü teâlâ, bu âlemin içinde ve dışında değildir.
Âleme bitişik de değildir. Ayrı da değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?
İmam-ı Rabbani hazretleri buna şöyle cevap veriyor:
İçinde, dışında olmak, bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey
arasında düşünülebilir. Halbuki sualde, iki şey mevcut değildir ki, bunlar
düşünülebilsin. Çünkü, Allahü teâlâ vardır. Âlem, yani Ondan başka her şey vehim
ve hayaldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devamlı olup,
vehim ve hayalin kalkması ile yok olmuyor. Ahiretteki sonsuz nimetler ve azaplar
bunlara oluyor. Fakat, âlemin varlığı vehim ve hayaldedir. [Yani dışarıda var
olmayıp, vehme ve hayale var görünmektedir.] Vehim ve hayalin dışında bir varlık
değildir. Allahü teâlânın kudreti, vehim olunan, hayal olan bu görünüşleri devam
ettirmektedir. Var gibi göstermektedir.
Hayalde bulunan bir şey, dışarıda var olan bir şeyle bitişiktir, onun içindedir
denemez. Fakat, var olan, mevcud olan bir şey, hayalde olan şeyin içinde de,
dışında da ve ayrı da değildir, bitişik de değildir. [Bunu nokta-i cevvale ile
açıklıyor. Merak edenler mektubun aslına bakabilirler.] (C.2, m. 98)
Önce Muhyiddin-i Arabi hazretlerini tanıyalım, sonra vahdeti vücud görüşünü
reddetmese de, yine evliya arasında olduğunu vesikalarla bildirelim:
Şeyhi ekber İbni Arabi hazretleri, Endülüs’te doğdu, 1240 yılında 78 yaşında
Şam’da vefat etti. Zahir ve batın ilimlerinde kâmil idi. Fıkıh ve kelam
ilimlerinde müctehid idi. Zekası pek çok, hafızası harikulade idi. Sultanlardan,
valilerden, beylerden çok saygı görür, pek çok hediye gelirdi. Hepsini
muhtaçlara dağıtırdı. Beş yüze yakın kitap yazmıştır. Yazılarını anlayabilmek
için, âlim olmak lazımdır. Yirmi cilt olan Fütuhat-ı mekkiyye kitabı,
dört büyük cilt halinde 1973’de Beyrut’ta basılmıştır. Cahiller, buna zındık
dedi. İbni Teymiye gibiler kâfir dedi. Âlimler, Arifler ise, veliy-yi kâmil
olduğunu anladı.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddin-i Arabinin, birçok sözlerinin
ehl-i sünnete uymaması, şaşılacak şeydir. Hataları keşfinde, kalbde doğan
bilgilerde olduğu için, ictihaddaki hatalar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük
bilir ve severim. Ehl-i sünnete uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim.
[Bu ifadeler, Füsûsul-Hikem’deki, Ehli sünnete aykırı yazıları ve keşifleri
içindir. Nasıl müctehid ictihadında hata ederse, sorumlu olmuyorsa, evliya
keşfinde hata ederse sorumlu olmuyor. Ancak bu yanlış keşfe uyanlar sorumlu
oluyor. Hiçbir müslüman da İbni Arabi hazretlerinin yanlış keşiflerine uymaz.]
Onun hakkında konuşanlardan bir kısmı haddi aşıyor, bir kısmı büsbütün mahrum
kalıyor. Evliyanın büyüklerinden olan Muhyiddin-i Arabi hazretleri,
keşiflerindeki hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun vahdet-i vücud
bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır.
Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu gösterdim.) [m.266]
(Kıyas ve ictihad, dinin 4 temelinden birisidir. Evliyanın ilhamları böyle
değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir,
başkaları için senet değildir. Tasavvufçuların, ehl-i sünnete uygun olmayan
sözlerine uyulmaz. Fakat, onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şuursuz
sözlerinden saymalıdır!) [m.272]
(Şeyh-i ekberi [yani İbni Arabiyi] caiz olmayan bazı bilgileri ile, yine
makbuller arasında görüyorum. Evliya arasında bulunuyor. Onu reddeden,
beğenmeyen tehlikededir.) [c.3, m.77]
İmam-ı Süyuti hazretleri Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi
hazretlerinin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
Ebüssüud efendi hazretleri de ona dil uzatılamayacağına dair fetva
vermiştir.
Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil
uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini
bildirmektedir. (Hadika)
Ehl-i sünnet âlimleri, vehhabilerin ortaya çıkacaklarını, keramet olarak
bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır. Bu âlimlerin başında,
Muhyiddin-i Arabi ve Sadreddin-i Konevi ve Celaleddin-i Rumi ve Seyyid Ahmed
Bedevi ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Veliler bulunmaktadır.
Vehhabiler, işte bunun için, bu evliya zatlara dil uzatıyorlar. İmam-ı Rabbani
hazretleri, Hazret-i Mehdi gelince Medine’deki [vehhabi] âlimi öldüreceğini
bildiriyor. Vehhabiler İmam-ı Rabbaniyi bu yüzden tenkit ederler.
İbni Arabi hazretleri, Vehhabilerin Arabistan’da türeyeceğini ve bozuk yolda
olacaklarını haber verdiği için, Vehhabiler onu asla sevmez, şeyhi ekber değil,
şeyhi ekfer [en büyük kâfir] diye hakaret ederler. Ehl-i sünnet gençler, bu
vehhabilerin oyunlarına, tuzaklarına düşmemelidir.
Menkıbeleri çoktur. İkisi şöyledir:
Sin, Şın’a gelince
Şeyhi ekber hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye;
"Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" dedi. Orada bulunanlar bu
sözü anlayamadılar. Rabbimize hâşâ hakaret etti sandılar. Epey kimse aleyhinde
konuşmaya başladı.
Vefat ettiğinde de Şam halkı, kabrinin üzerine çöp döktüler. Ancak vefatından
sonra onun ne mübarek bir zat olduğu meydana çıktı. İbni Arabi hazretleri "Sin,
Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar ve muradı anlaşılır"
buyurmuştu. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim Han Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a
gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" sözünün ne demek olduğunu firasetiyle
anladı. [Sin'den murad Selim, Şın'dan murad Şam'dır.]
Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir
türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı.
Ayrıca Muhyiddin-i Arabi'nin vefatından önce ayağını yere vurarak, "Sizin
taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tespit ettirip, orayı
kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil
de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.
Ateşin yakıp yakmaması
Bir gün sohbetine ateist bir felsefeci gelmişti. Peygamberlerin mûcizelerini
inkâr ediyor, her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü.
Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı.
Filozof, (Cahiller, İbrahim peygamberin ateşe atıldığını ve yanmadığını
zannederler. Bu mümkün mü? Zira ateş yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır)
gibi sözler söyleyince Muhyiddin-i Arabi hazretleri; (Allahü teâlâ, Enbiya
suresinin 69. âyet-i kerimesinde mealen; “Biz de: Ey ateş İbrahim’e karşı
serin ve selamet ol! dedik” buyurmaktadır) dedi.
Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle
ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kaldı. Ateşin, elbisesini ve
Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin elini yakmadığını görünce iyice şaşırdı.
Muhyiddin-i Arabi hazretleri ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş
ve ellerini ateşe sok” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin
tesirinden hemen geri çekti. Bunun üzerine ateist felsefeciye; “Ateşin yakıp
yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir” buyurdu. Filozof bu olay karşısında
Kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.