Büyük İslam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu
Muhammed'dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i
a'zam gibi lakabları vardır.
İran'ın Geylan şehrinde 1078 (h.471) yılında doğdu. Babası Ebu Salih bin Musa
Cengidost'tur. Hazret-i Hasan’ın oğlu Hasan-ı Müsenna'nın oğlu Abdullah'ın
soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun
için Geylani hazretleri, hem seyyid, hem şerifdir. 1166 (h.561) yılında
Bağdat’ta vefat etti. Türbesi Bağdat’tadır.
Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis
ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şafii mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi
unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu mezhep yayıldı.
Abdülkadir Geylani hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair
alametler, işaretler görülmüştü. Mübarek babasına rüyasında Peygamber efendimiz;
"Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir
erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi
yüksek olacak" buyurdu.
Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün
boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu senenin Ramazan-ı şerif ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun
için Ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk annesine çocuğun süt
emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, Ramazanın henüz çıkmadığını
anlayıp oruca devam ettiler.
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerine, "Bu işe başladığınızda, bu yola adım
attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek
dereceye ulaştınız?" diye sordular. Buyurdu ki:
"Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda
bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için
işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel
etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için
tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan
dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın"
dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü.
Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "Beni Allahü teâlânın yolunda
bulundur. İzin ver, Bağdat'a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı
bulup ziyaret edeyim" dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım.
Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı.
Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin
verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı.
"Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete
kadar bir daha yüzünü göremem" dedi.
Küçük bir kafile ile Bağdat'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince,
altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden
biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu.
"Kırk altınım var" dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili" dedim.
Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu.
Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler.
Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim
ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var" dedim.
Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden
bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti.
Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım" dedim.
Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp,
yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum" dedi. Bu pişmanlığından sonra tevbe
edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol
kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tevbe etmekte de reisimiz ol" dediler.
Sonra, hepsi tevbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri
verdiler. İlk defa benim vesilemle tevbe edenler, bu altmış kişidir."
Abdülkadir Geylani efendi, Bağdat'a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak
suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti.
İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı.
Hocası Ebu Said Mahzumi'nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler
medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de
ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdat halkı çok
yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler.
Derslerine devam edenler arasında pek çok âlim yetişti.
Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde
sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi.
Bir gün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi.
Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevazı bir şekilde durdu. Bir müddet
sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden
birisi, ne oldu diye sual edince; "Ceddim Resulullahı gördüm. Geldi ve minber
önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana
yerime oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emretti, dedi.
Sohbetlerinde bazen birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma,
salı ve pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim ve evliyadan zatlar
da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam
etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış
yaşına kadar devam etti. Huzurunda Kur'an-ı kerim tegannisiz gayet sade, tecvide
riayetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham,
kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere gayet
açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.
Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai ismindeki bir
zat anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya kitabını
birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle
meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylani'nin arkasında namaz kıldıktan
sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivaya çekilmek istersen, önce
ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i
kâmillerin huzurunda edep öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla.
Yoksa, ibadet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek icap eder de, yerinden
ayrılmak durumunda kalırsın" buyurdu.
Bağdat'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için
huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin göğsünden
ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve âlimlerin göğsünden
geçip gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin
ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi
suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı.
Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzurunda oturduğumuzda, bütün
bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık.
Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık" dediler.
Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi, ondan
men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene
koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, âlem, ölüm ve sonrası gibi konulara
aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların
Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple
doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen
bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı
düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler
önce gelenleri daima tenkit etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe
başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine
muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri itikadın bozulabileceğini
bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbni Sina ve
Farabi gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından
sapıtmışlardır.
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç
anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir
talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat gelmişti.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği
tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra
hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; "Bir hafta daha
yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim" buyurdu. Dediği gibi bir hafta
sonunda vefat etti.
Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut eder,
konuştuğunda gayet cazip, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din
hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım
eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka
birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerim ve lütufkâr
kimse olamaz" kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan
haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları
affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tevbe
etti. Köleleri satın alıp, azat ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı
kötülük düşünmezdi. Ambarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi,
kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi: "Yemek isteyen, ekmek
isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!"
Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine
ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi. Fakirlerin ve dervişlerin
nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut
hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resulullah efendimize sallallahü
aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla
yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday
öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete
gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün
yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline
koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip,
istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.
Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü teâlâya dua
ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı.
Bir defasında; "İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?"
diye sorduklarında; "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere
gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık" buyurdular.
Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.
Duası makbul idi. Bağdat halkından biri ona gelerek; "Babamı rüyada azap
içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir'e git, bana dua etsin. Belki Allahü
teâlâ beni azaptan kurtarır" dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin
de azaptan kurtulsun" dedi. Abdülkadir Geylani hazretleri sükut buyurdu. Bir şey
söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde
neşeli neşeli görünce hayret edip; "Baba, dün azap içindeydin, bugün ise
neşelisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası; "Şeyh Abdülkadir bana dua etti.
Allahü teâlâ onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı" dedi.
Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise,
yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için sokakları
doldururdu. Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini
isterdi. Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamayacağını söylerdi.
Ebu'l-Hacer Hamid Hirani anlatıyor:
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin medresesine gittim ve huzurunda
oturdum. Bana; "Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde
oturacaksın" buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan
Nureddin beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri
devamlı Abdülkadir Geylani hazretlerinin o sözünü hatırlarım.
Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylani hazretleri
buyurur ki:
"Kerametler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini gizlemeyen
dünyaya düşkündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve halifelerime bağlı olup,
keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara
olur."
Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine
gelmesine vesile olan pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
"İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz.
Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü
ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması,
misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur
olması."
"Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille
söylemektir."
"Büyük âlimlere tâbi olunuz; bid’at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan
şeylere sapmayınız. İtaat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz,
sızlanmayınız. Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz.
Özünüzü günahtan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç
ayrılmayınız."
"Kalb dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin
peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz."
"Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi
mahzundur. Peygamber efendimiz; "Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi
mahzundur" buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok,
gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin
etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile
uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir."
"İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul
etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü
bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz
başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
İlk önce yapılması lazım olan şeyler hususunda:
"Müminin, en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra, vacip
ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken
sünnet ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabul olmaz.
Hazret-i Ali'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz buyuruyor
ki: "Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş
yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun
nafile namazlarını kabul etmez." Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun
sermayesi, nafileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz"
buyurdu.
Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
"Kötü arkadaşları terk et. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile olsa,
kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol. Kimi
seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu bakımdan, sevgi
beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.
Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın.
Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi
nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır.
Senin düşüncen, Rabbin ve Onun katında bulunan nimetler olmalıdır. Dünyadan
(haram ve şüphelilerden) ne terk edersen, mutlaka bunun karşılığında ahirette
ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün
kaldığını farz et de ahiret için hazırlık yap."
Faydasız şeyleri bırakmak hususunda:
"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve
ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak.
Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete
götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Resul-i ekrem; "Hayat,
ahiret hayatıdır" buyurdu."
İyi zan sahibi olmak hakkında:
"Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her
türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen âlimlere
sor."
Dua hakkında:
"Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum.
Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duaya
devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü
teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o
rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç
kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü
teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya
fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana
razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir
edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı
sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya
hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna
karşılık sana bol sevap verir.”
Ahiret işlerini önce yapmak hususunda:
"Ahireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti
elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın
dünyanı sermaye, ahiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyadan
artan zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını
kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riayet etmezsin.
Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı
kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız
olursun. Nefsine, heva ve isteğine hatta şeytana tâbi olursun. Ahiretini dünyaya
karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Halbuki sen, nefsine
binmek, onu yalanlayıp tekzip etmek ve selamet yoluna sokmakla emrolunmuşsun.
Bunlar ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabul
etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde,
lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını
kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve
dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla,
dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna çekseydin,
ahiretini esas ve sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin
kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet etmeyerek,
kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itaat edersen, Allahü teâlânın has
kullarından olursun."
Yapılan nasihati kabul etmek hakkında:
"Kardeşinin sana yaptığı nasihati kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin
kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resul-i ekrem; "Mümin, müminin
aynasıdır" buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasihatlerde
samimidir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler
arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır."
Acele etmemek hususunda:
"Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve
temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır.
Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır.
Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat
bitmeyen bir hazinedir."
Gaflet hakkında:
"Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup
gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız
şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgul oluyorsunuz.
Bütün bunlar size, Rabbinizin huzurunda hesap vermek için duracağınızı
unutturuyor. Halbuki Allahü teâlâyı anmak, ariflerin kalblerinde yerleşir.
Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan her
şeyi unutturur."
Allah için yapılmayan işler hakkında:
"Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya
kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında
kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç
tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın
rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını
bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, adi
ve bayağı niyetlerin için tevbe et.
İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu
Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı
ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol.
Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resul-i ekrem daima tefekkür
ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece başkasının kalbini
ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
Allahü teâlânın sevgisinde samimiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
"Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadığı, başına bela ve musibet
geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldiğinde sabır ve sükun halini
muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musibet ve
fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı.
Birisi Peygamber efendimize; "Ben seni seviyorum" deyince; "Fakirlik için bir
elbise hazırla" buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü
teâlâyı seviyorum" deyince; "Bela için elbise hazırla" buyurdu."
Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dair:
"Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam
edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen
hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman
değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız
kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın
mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı,
bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde
mealen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir" buyuruyor (Bekara
suresi: 153)
Hayatı fırsat bilmeye dair:
"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı
kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler
yapmayı ganimet biliniz. Tevbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu
fırsat biliniz. Tevbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih
kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz."
Kabir ziyaretine dair:
"Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler
yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir."
Günahlardan sakınmak hususunda:
"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin
kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise,
günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür" buyurdu."
Hasedin, Allahü teâlânın gazabına sebep olacağı hususunda:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde
kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını zayıflatır.
Mevlanın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır.
Peygamber efendimiz; "Allahü teâlâ, hasetçi kimse nimetimin düşmanıdır,
buyurdu" diye bildirmiştir. Resul-i ekrem bir hadis-i şerifte; "Ateş
odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer" buyurdu. Sen, haset
ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi,
yoksa kendi kısmetin hususunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona
kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset
ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nimetin
içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı haset
etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini
biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe
ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin
kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ
senin için takdir ettiğini, sana nasip olarak verdiğini, senden alıp başkasına
vermez.”
Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pek çok kıymetli eserlerinden
bazıları:
1) Günyet-üt-Talibin
2) Fütuh-ul-Gayb
3) Feth-ur- Rabbani
4) Füyuzat-ı Rabbaniyye
5) Hizb-ül-Besair
6) Cila-ül-Hatır
7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye
8) Yevakit-ül- Hikem
9) Melfuzat-ı Geylani
10) Divanu Gavsi'l A'zam