Sual: Evrim teorisi hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP
Darwin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, insanların maymundan türediğini veya
bir hayvandan başka bir hayvan geleceğini söylememiştir. Darwin böyle bir şey
söylese bile bu sözün ilmi bir kıymeti olmaz.
İnsan ile hayvanlar arasındaki en büyük fark, insanın ruhudur. İnsanlarda ruh
vardır. İnsanlık şerefi bu ruhtan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak Hazret-i
Âdem’e verildi. İnsanlara mahsus olan bu ruh hayvanlarda yoktur. Maddecilerin bu
ruhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sananları çıkıyor. İlk
insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünkü ruhu vardır.
Maymun ise hayvandır, insana mahsus olan ruhtan ve bu ruhun sağladığı
üstünlüklerden mahrumdur. İnsan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiçbir
zaman bir geçit olamaz.
Darwin’i kullandılar
Materyalistler, fen adamı rolüne girip, (İnsanların maymundan türediğini
Darwin söyledi) diyorlar. Halbuki Darwin böyle bir şey söylemedi. Canlılar
arasında hayat mücadelesini anlattı. (Türlerin Kökeni) ismindeki kitabında,
canlıların çevreye uyduklarını, bunun için, ufak değişikliklere uğradıklarını
yazdı. (Bir tür, başka türe döner) demedi. İngiliz İlim Birliğinin 1980’de
Salford’daki toplantısında konuşan Prof. John Durant diyor ki:
(Darwin’in insanın kökeni ile ilgili görüşleri, modern bir efsane olup çıktı. Bu
efsane, ilmi ve sosyal gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi. Evrim
masalları, ilmi araştırmaları tahrip etti. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş
yerlerinden patlamış, geriye perişan ve bozuk bir düşünce yığını bırakmıştır.)
Evrimcilere göre, Neandertalar, ilk insandır, önce dört ayak üzerinde yürümüş,
daha sonra da bugünkü hâle gelmiştir. Bu kadar ilkel olan bir mahlûkun bugünkü
mükemmelliğe ulaşması mümkün değildir. Bütün din kitapları, ilk insanın homo
sapien [iki ayak üzerinde yürüyen ve düşünebilen bir mahlûk] olduğunu
bildirmektedir. Dört ayakla yürüyen hayvanın bugünkü insana dönüşebileceğini hiç
kimse iddia etmemiştir. Paleontoloji mütehassısları, bir canlının başka türe
dönmediğini, canlılardaki değişmelerin, kendi türleri arasında olduğunu
bildirirler.
Bütün din kitapları, ilk insan olan Hazret-i Âdem’in, buğday ektiğini, ev
yaptığını ve kendisine on forma kitap verildiğini bildirmektedir. Görüldüğü gibi
ilk insanın, dünyanın oldukça tekamül ettiği bir zamanda yaratılmış olduğu, dört
ayağı üzerinde yürüyen, mağaralarda yaşayan mahlûklarla hiçbir ilgisinin
olmadığı apaçıktır. [Zaten bütün din kitapları, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Havva
ile Cennette yaşadığını, sonra dünyaya indirildiklerini bildirmektedir.
Cennetten gelenlerin başka ilkel mahlûklarla ne alakası olabilir?]
Üçüncü zaman sonunda yaşayan “Antropoit” dedikleri maymun iskeleti bulununca,
evrimciler tarafından, (İnsanın ceddi olan maymunun kemiği bulundu. İnsanın
maymundan geldiği kesinleşti) gibi yalanlar yazılıp, hayali resimler yapıldı.
1912’de İngiltere’de C. Dawson bir fosil bulduğunu söyledi. Sonradan (Piltdown
adamı) denilen bu fosil, maymunla insan arasında bulunan fosiller içinde en
güvenilir olarak meşhur oldu. Bu fosilin kafatası ve dişleri insanınkine, çene
kemikleri ise maymunun çene kemiğine benziyordu. Böylece ilk insanın maymun
insan arası bir mahlûk olduğu yazılıp çizildi. Din ile alay edildi. Bu fosilin
şüpheli taraflarının bulunduğunu, bu bakımdan yeniden incelenmesini isteyen
bilim adamlarına izin verilmedi. Ama son yıllarda bir Alman heyeti, bu fosili
inceler, şüpheli yerler bulur. Neticede Dawson’un, hile yaparak, insan
kafatasına maymunun çene kemiğini yerleştirdiği, çeneye de insan dişlerini
koyduğu açığa çıktı.
1922’de Pliosen devrine ait bir azı dişi bulundu. Hemen evrimciler, bunun ilkel
bir insan olduğunu söylediler. Bir azı dişinden esinlenerek, (Nebraska adamı
eşiyle beraber) diye hayali resimler çizdiler. Amerika ve İngiliz basınında
günlerce makaleler yazıldı. Neticede bu dişin, bir domuza ait olduğu tespit
edildi.
Yarım kafatası, uyluk kemiği ile üç azı dişi ayrı ayrı yerlerde bulunmuş,
bunların hepsi bir kafa kabul edilmiş ve adına Java adamı denilmiştir. Prof.
Gish bu hususta diyor ki:
(Java adamı denilen varlık bir maymundur. Maymun kafatası ile insan uyluğu
birleştirilmiş, adına Java adamı denilmiştir.)
Bu kemikleri bulan ve Java adamı adını veren Mr. Dubois, ölmeden önce, gerçeği
itiraf etmiştir. (Java adamı dediğim kemikler, gerçekte bir gibbon maymunudur)
demiştir.
Madem böyle şu adam, bu adam yaşamış da, niye bir tane de, binlerce değildir? Bu
husus da bunların uydurma olduğunun başka bir delilidir.
Evrimciler ne kadar uğraşırsa uğraşsın güneş balçıkla sıvanmaz. Maymundan
geldiğini söyleyenler olduğu gibi, ayıdan geldiklerini söyleyenleri de vardır.
Bir İtalyan profesörü, insanın maymundan değil, ayıdan geldiğine dair üç delil
ortaya atmıştır:
1- Ayı, yavrusunu döverken insan gibi tokatlar, maymun ise ısırır.
2- Ayı, dişisi ile, yavrularının görmediği bir yerde çiftleşir. Halbuki
maymunda böyle bir şey yoktur. Yavrularının yanında da çiftleşir.
3- Oyuncak dükkânına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu
deliller insanların ayıdan geldiğini gösterir.
Maymun teorisi gibi ayı teorisi de, ilim adına uydurulmuş bir rezalettir.
Evrim ve tesadüfler
Prof. Dr. Cevat Babuna konuşmasına şöyle devam etti:
İnançsız evrimcilere göre, bir organizma veya bunun temsilcisi olan hücreler,
bir işi yapa yapa öğrenirler ve sonunda ona göre uyum sağlarlar. Mesela
zürafanın boynu yüksek dallardan gıda temin etmeye çalışa çalışa uzamıştır.
Parmaklarımız sert cisimlere vura vura koruyucu olan tırnağı geliştirmiştir.
Türler ve hücreler arasında bir hayat savaşı vardır. Bu savaşta kuvvetli olan
zayıfı tasfiye eder.
Sadece hayatın başlama noktası, bütün bu iddiaların ne kadar geçersiz ve saçma
olduğunu ortaya koymaktadır.
Dünya kurulalı beri hiçbir sperma hücresi, dölleme görevini yaptıktan sonra
tekrar geri dönmek ve ana hücrelerine yaptığı işler hakkında bilgi vermek
imkânını bulamamıştır.
Mademki, sperma ana hücresinin ve spermanın, kendisini ne gibi görevler
beklediğini önceden bilmesine imkân yoktur. O zaman kendisine özel yapıyı veren
ve bir sürü tedbirler aldıran nedir?
Spermanın başına koruyucu zırhı yerleştiren, birtakım hücreleri yok edecek
eritici silahları taşıtan hangi kuvvettir?
Bilim dünyasının bile ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında öğrenebildiği insan
hücresinin kromozom sayısının 46 olduğunu sperma nereden biliyor?
46’dan daha fazla kromozomlu bir insanın sakat olacağını, hatta öleceğini ve bu
sebepten kromozom sayısını yarıya indirmesi gerektiğini nasıl öğrenmiştir? Yola
çıkmadan önce görevinin başka bir hücreyle birleşmek olduğunu da bilmeden,
üstelik bu işlemi 20. asırda değil, onbinlerce yıldan beri kusursuz olarak
yerine getirmektedir.
Bu bilgileri ne kendisini yapan ana hücreden, ne de dünyadaki antropologlardan
veya jinekolog doktorlardan alması mümkün değildir. O halde bu tedbirler ve ince
mühendislik hesapları hangi kuvvetin eseridir?
Kromozomlarını indirgeyen sperma hücresi, taşıdığı yüzbinlerce genin kontrolünü
hangi bilgisayarlarla yapmakta ve bunların yeterli olmadığını görerek yarıştan
niçin çekilmektedir?
Çocuğun cinsiyetini verecek kromozomlar X ve Y harfleriyle adlandırılır.
Yumurtacıkta daima X kromozomu vardır. Sperma ise yarısı X, yarısı Y
kromozomlarından oluşan bir kombinasyona sahiptir. Yumurtacık, X kromozomu
taşıyan bir sperma tarafından döllenirse, döllenmiş hücrede XX kromozomları olur
ve çocuk dişi olur. Y kromozomu taşıyan bir sperma döllerse, çocuk XY kromozomlu
olur, yani erkek olur. Buradan da anlaşılabileceği gibi, cinsiyeti tayin edecek
spermadır, yani babadır.
Bu bilgilere göre, doğacak çocukların % 50’sinin erkek ve % 50’sinin kız olması
gerekir. Hâlbuki gerçekte bu böyle olmamaktadır.
Normal hayatta dış şartlara kadınlar erkeklere göre daha dayanıklıdır. Mesela
düşük kilolu bebeklerin kuvözlerde erkek çocukların yaşama şansı, kız çocuklara
oranla daha azdır.
Aynı şekilde büyüklerde de, çeşitli sebeplerle erkekler kadınlardan daha çok
ölmektedir. Harpler, trafik kazaları vs. ele alındığında, dünya üzerindeki erkek
sayısının gittikçe azalan bir çizgi izlemesi gerekirdi.
Bu şekilde, sonunda sadece kadınlardan ibaret bir dünya ortaya çıkardı. Hâlbuki
herkes biliyor ki, dünyada kadın erkek sayısında belirli bir denge vardır ve bu
denge değişmemektedir.
Bütün bunlara rağmen, aklı başında olmak kaydıyla, her şeyin tesadüfen meydana
geldiğini söyleyebilecek bir kişi çıkabilir mi?
Evrim ideolojisi
Bilim Araştırma Vakfı’nın davetlisi olarak ülkemize gelen Paleontolog Prof.
Dr. Duane Gish, konferansta özetle dedi ki:
Canlıların kökenini araştırmak için başvurulabilecek en somut deliller, fosil
kayıtlarıdır. Yani yaratılış veya evrimden, hangisinin doğru olduğunu
saptayabilmek için, fosil kayıtlarının, hangisini desteklediğini incelemek
gereklidir. Evrimciler, “Tesadüflerle, ilkelden gelişmişe doğru bir ilerleme
kaydederek bugüne gelindi” diyorlar. Evrim gerçek olsaydı, evrimcilerin iddia
ettikleri yüz milyonlarca yıl boyunca gerçekleşen evrim sürecinde, yüz
milyonlarca canlı, kendinden önceki bir türden bir sonraki türe doğru
gelişecekti. Bu ise, kaçınılmaz olarak yüz milyonlarca “ara-geçiş formu”nun
varlığını gerektirirdi. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir.
Fosil kayıtlarının evrimi desteklemediği ortadadır. Kediler hep kedi, maymunlar
hep maymun ve insanlar hep insan kalmışlardır. Evrimciler çarpık
değerlendirmeler yapıyor. Kendi teorilerine uydurmaya çalıştıkları zamanlama
metotlarını sık sık değiştirerek, yeni ortaya çıkan bilgilerin ışığında evrimi
geçerli kılmaya çalışıyorlarsa da, bu çabaların faydasız olduğunu da biliyorlar.
Başlangıçta umduğu fosillerin bir türlü bulunamadığı görülünce, fosil kayıtları
ve teorisinin birbirleriyle tutarsızlığını açıklamak için, Darwin’in bulduğu
çözüm, yani fosil kayıtlarının çok eksik olduğu iddiası ileri sürüldü. Oysa şu
anda Darwin’in döneminden beri 120 yıl geçti ve fosil kayıtları çok miktarda
arttı. Bugün 250 bin farklı türün fosili mevcut. Ancak durum başlangıçtan farklı
değil. Hâlâ Darwin’in bulunmasını umduğu fosillerden iz yoktur.
Karmaşık canlıların gelişmeleri için gereken milyonlarca yılda bırakmaları
gereken fosillerin hiçbirinin mevcut olmayışı, bu teoriyi herhangi bir
dayanaktan yoksun bırakır. Bu karmaşık canlıların birdenbire ve evrim açısından
“dramatik” biçimde ortaya çıkışlarını açıklamak amacıyla girişilen jeolojik,
iklimsel, atmosferik ve kimyasal çabaların hepsi çökmüştür. Bu kadar şüphe
götürmez delillere rağmen, eğer bir kimse bu karmaşık canlıların hiçbir iz
bırakmadan evrimleştiğine inandığını söylerse, elbette bu modern bilime zıttır.
Bu kişi, evrime, bilimsel gerçekler ışığında değil, bilimsel gerçeklere rağmen
inandığını kabul ediyor demektir. Nitekim evrimi savunan çevrelerin, içinde
bulunduğu durum da budur. Bu ise, evrimi bilimsellikten uzaklaştırarak bir
ideoloji haline sokmuştur.
Evrimciler insanın maymundan evrimleştiği düşüncesinde idiler. Ancak bu evrim
süreci ve fosil kayıtları da yine en çok evrimciler tarafından şüpheyle
karşılanıyordu. Evrimcilerin, “Maymunla insan arası” olarak açıkladıkları
Australapithecus aferensis, insan gibi iki ayağı üzerinde yürümüyordu. Bazı
hareketler [mesela bir daldan meyve koparmak] için kısa süreli olarak dikilmesi,
onun insan olduğu anlamına gelmiyordu. Günümüz paleontoloji araştırmaları ise,
bunun artık soyu tükenmiş bir maymun cinsi olduğunu söylüyorlar.
Eugene Dubois, insanın maymundan evrimleşerek geldiğini söylemişti. 1891’de önce
bir kafatası ve bundan 15 m. uzakta bir uyluk kemiği buldu. Ardından buluntulara
3 adet diş eklendi. Dubois bunların tek bir canlıya ait olduğunu iddia etmekle
kalmadı, 900 cc olarak hesapladığı kafatasından hareketle ilkel bir maymun ve
uyluk kemiğinden hareketle de dik yürüyen bir insan türü olduğunu ortaya attı.
Buna Homo erectus [Dik yürüyen maymun] adını verdi. Bu yanlış iddia,
evrimcilerce sevinçle karşılandı.
Ne var ki, Dubois bile, bir süre sonra kendisinin de ikna olmadığını ve bunun
bir maymuna ait olduğunu düşündüğünü itiraf etti. Birçok bilim adamı da bunun
Pithecantropus türü bir maymuna ait bir kafatası olduğu konusunda birleştiler.
İkinci örnek Pekin Adamı da bundan farklı değildir. Evrimciler hiçbir tutarlı
iddia ortaya koyamadılar, iddialarını destekleyen hiçbir fosil kaydı bulunamadı
ve evrimin, bilimsellikten uzak “İdeolojik bir çalışma” olduğu anlaşılmış oldu.
Evrim efsaneye dayanır
Bilim Araştırma Vakfı’nın düzenlediği, yerli yabancı ilim adamlarının katıldığı
konferansta konuşan Amerikalı biyolog Prof. Dr. Kenneth Cumming dedi ki:
Evrim efsaneye dayanır. Şöyle ki, Enuma Elish destanı Yunan filozoflarını çok
etkiledi. Thales, Aristo ve Platon felsefi teorilerini Sümerler’in destanından
esinlenerek oluşturmuşlardı. Yunan filozoflarının doktrinleri ise Lamarck’a
kadar uzandı. Lamarck ilk defa, canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini
söyleyerek konuyu güncelleştirdi. Lamarck, bugünkü zürafaların geçmişte boynunun
kısa olduğunu, ancak ağaçların yüksek dallarına uzandıkça boyunlarının da
uzadığını iddia etmişti. Genetik biliminden habersizdi. Bugün böyle bir
gelişimin, biyolojik olarak imkânsızlığı ispat edilmiştir. Lamarck’tan sonra, bu
safsatayı Darwin tekrar gündeme getirdi.
Darwin’in fikirleri, temel olarak gözlemlere ve doğal seleksiyon, ayıklama adını
verdiği bir mekanizmaya dayanır. Buna göre bütün canlılar, ortak bir ataya
sahiptir ve türler bu ortak atadan zamanla, yavaş yavaş çeşitlenerek ortaya
çıkmıştır.
Darwin’in zamanında genetik ve mikrobiyoloji gibi hücre ve üreme konularına
bilimsel açıklamalar getiren bilimler mevcut değildi. Bunun için iddialarına
karşı, kesin bir şey söylenemiyordu. Bu bilimlerin ortaya çıkması, Darwin’in
teorisini temellerinden sarstı. Bu durumda evrimciler de yeni yollar aramak
durumunda kaldılar ve teoriye mutasyon mekanizması eklendi.
Bu iddiaya göre, mutasyonlar, yani canlının genetik şifresi DNA’da meydana gelen
hasar, bozulma ve kopmalar neticesinde yeni canlılar oluşuyordu ve doğal
seleksiyon bunları ayıklayarak güçlülerin hayatta kalmalarını sağlıyordu.
Oysa bu durum teoriyi kendi içinde bile çelişkili hale getirmişti. Çünkü
mutasyonlar canlıya zarar verip yaşama şansını azaltıyordu. Zaten çok nadiren
meydana gelen bir mutasyon, üstelik de kazanılan özelliğin bir sonraki nesle
aktarılabilmesi için ancak üreme hücrelerinde olması gerekirken, canlıya büyük
zarar veriyordu. Tek bir faydalı mutasyonu tanımlamak bile çok zorken, türü
değiştirebilecek bir mutasyonlar zincirini düşünmek imkânsızdı.
1953’de Miller bir deney gerçekleştirdi. Evrimcilerin iddialarındaki doğal
seleksiyon mekanizmasının tek bir örneğinin bile mevcut olmadığını, çeşitli
sebeplerden dolayı hayvan toplulukları sayılarında değişme yaşandığını, ancak
hiçbir zaman bir kedinin köpeğe, bir çamın meşeye dönüşmediğini ispat etti.
Moleküler düzeyindeki incelemelerinde, aminoasitlerin yapılarının evrimle
açıklanamayacağı görüldü.
Bütün canlılarda, rastgele değil, çok muntazam bir dizayn vardır. Buna göre
canlı organizmalar, bir makinenin parçaları gibi yüzlerce, binlerce parçanın,
daha doğrusu sistemin birlikte çalışmasıyla hayatlarını devam ettirmektedirler.
Bu çok sayıdaki parçanın herbiri birbiri ile mükemmel bir uyum içinde
çalışmaktadır. Mesela vücudun savunma sistemleri, organizmanın korunması için
antikor oluşumu, hücre temizliği ve iltihabi reaksiyon gibi karmaşık metotlar
kullanırlar. Yara tamiri, kan pıhtılaşması gibi birçok döngü reaksiyonları
meydana getirirler. Olayların kendine has oluşları ve kontrolün oluşumu üst
düzey bir dizayna işaret etmektedir. Böyle üstün bir dizayn tesadüfler sonucu ve
rastgele oluşmuş olamaz. Bu, bir sisteme ait olan ve birbiriyle uyumlu bütün
parçaların, ancak o sistemi bütünüyle tanıyan bir Yaratıcı tarafından ortaya
çıkarılmış olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu parçaların her birinin
yapısı, iç mekanizması ve işleyişindeki harikalık da o yaratıcının varlığına
birer delildir.
[Kur’an-ı kerimde ilk insanın topraktan, neslinin ise nutfeden yaratıldığı
bildiriliyor. İlim ilerledikçe Kur’an-ı kerimin bildirdiği bu gerçek daha iyi
anlaşılıyor.]
Evrim ve yaratılış
Bilim Araştırma Vakfı yöneticileri, bir dergideki solcu bir yazara verdikleri
cevabı, basına da dağıtmışlar. Bu uzun mesajda özetle [ve kısa ilavelerle]
deniyor ki:
Dergideki yazıda, “Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmaktadır” denmiştir. Hâlbuki
bahsedilen konferanslarda, Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmamış,
çürütülmüştür. Evrim teorisi ele alınmış, ateist ideolojilerin ürünü olan bu
dogmanın mesnetsizliği, bizzat bilim yoluyla ortaya konarak, teorinin çöpe
atılması sağlanmıştır. Ayrıca Marksist felsefeyi savunanların yaratılış gerçeği
karşısında ileri sürdükleri teori, her açıdan geçersiz kalmış ve savunucuları
büyük bir hezimete uğramıştır.
Yazıda, “Evrim teorisi dinin en zayıf noktasıdır” deniyor. Evrim teorisi dinin
değil, materyalist felsefenin en zayıf noktasıdır. Çünkü başta K. Marx ve F.
Engels olmak üzere materyalist felsefenin ileri gelen fikir babalarınca
defalarca ifade edildiği gibi, Evrim teorisi, materyalist felsefenin temel
dayanağını teşkil etmektedir. Nitekim K. Marx, Evrim teorisini ortaya atan
Darwin’in kitabı için, “Bizim görüşlerimizin doğal tarihi temelini içeren kitap
budur” demiştir.
Evrim teorisi, materyalist felsefenin temeli olduğu için, bu teorinin
mesnetsizliğini ortaya koyan her bulgu, materyalist felsefenin ve onunla
bağlantılı bütün ideolojilerin de mesnetsizliğini ortaya çıkarmaktır. İşte
yazarın saldırgan bir tutum sergilemesinin ardında yatan asıl sebep budur.
Dergi, “İnsanlar, yaratılış için tanrısal bir masal uydurmuşlar. Kutsal
kitaplar, bütün canlıların Hazret-i Âdem’den yaratıldığını söyler” derken,
dergi, bütün canlıların değil, insanların türemesini kastetmiş olmalıdır. Çünkü
bilindiği gibi, Kur’an-ı kerimde Hazret-i Âdem’in ilk canlı olduğu ve
mikroorganizmalardan memelilere kadar bütün canlıların Hazret-i Âdem’den
türediği gibi bir açıklama mevcut değildir. Kur’an-ı kerimde, Hazret-i Âdem’in
ilk insan olduğu ve insan neslinin Hazret-i Âdem’den türediği belirtilmektedir.
Yazar, “Doğal Seçme Yasası ile din asla bağdaşmaz” diyor. Yazar dini bilmediği
gibi, Evrim teorisini ve bilimi de bilmiyor. Çünkü Doğal Seçme Yasası diye bir
şey yoktur. Doğal seçme [seleksiyon] ise, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir
kelime oyunundan ibarettir.
Yazar, “İnsanlar tercihlerini ya inançtan, ya bilimden yana yapacaklardır”
diyor. Eğer, “İnanç”tan kastettiği “Yaratılış inancı” ise, iddiası gerçek
dışıdır. Yaratılış ile bilim arasında hiçbir aykırılık mevcut değildir. Bilimsel
gerçekler, yaratılışın doğruluğunu ortaya koymaktadır. Eğer “İnanç”tan
kastettiği, Evrim teorisine olan körü körüne bağlılık ise, yalnız bu tespiti
doğrudur. Bilim başka şey, Evrim teorisi başka şeydir. İnsanlar tercihlerini ya
bilimden, ya Evrim teorisinden yana yapacaklardır. Hem bilim, hem Evrim teorisi
savunulamaz.
Yazar, “Yaratılışa inananlar Evrim teorisini çürütseler bile, yine de bu,
insanları yaratılış masalına inandırmaya yetmez” diyor.
Birincisi, yaratılış masal değil gerçektir. Esas masal olan, çeşitli türlerde
atomların uzun bir zaman içerisinde, tesadüfler sonucu bir araya gelerek,
elektron mikroskobu yapıp, kendi vücudunun hücre yapısını inceleyen bilim
adamlarına dönüştüğünü iddia eden Evrim teorisidir.
İkincisi, Evrim teorisinin yanlışlığı, elbette ki, yaratılışı ispatlayan
delillerden biridir. Canlıların tesadüfle oluşmasının imkânsızlığı, şuurun
varlığı, bu da yaratıcının varlığını ispatlamaktadır. Başka bir deyişle,
yaratılış, hem bilimsel verilerin yaratılışı doğrulamasıyla, hem de yaratılış
dışındaki alternatiflerin imkânsızlığıyla kesinlik kazanmaktadır. Yazar, “Din
ile bilim hiçbir zaman birbirleriyle uyuşmaz” diyor. Demek ki yazar, Evrim
teorisini ilim ile karıştırıyor.