Peygamberimiz Vedâ Haccında Mina’da bulunduğu sırada; “Allah’ın yardımı ve
zafer günü gelip insanların Allah’ın dînine akın akın girdiklerini görünce,
Rabbini överek, tesbîh et! O’ndan af dile! Çünkü O, tövbeleri dâimâ kabul eder.”
meâlindeki en son nâzil olan Nasr sûresi indiğinde Peygamber efendimiz kızı
hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp; “Bana kendi vefâtım haber verildi.” buyurdu.
Bunun üzerine ağlamaya başlayan Fâtımâ’ya; “Ağlama, zîrâ benim ehlimden bana
ilk kavuşan sen olacaksın.” buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize her sene o zamâna kadar nâzil olan
âyetleri okumak üzere senede bir kere gelirdi. Vefât edeceği sene iki kere gelip
Kur’ân-ı kerîm’i iki defâ baştan sona okudu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmeden bir müddet önce Bakî
mezarlığında ve Uhud’da bulunan Müslümanların kabrini ziyâret ederek onlar için
duâ ve istiğfâr etti.
Bakî mezarlığındayken yanında bulunan Ebû Müveyhib’e dönerek; “Ey Ebû
Müveyhib! Ben dünyâ hazîneleriyle âhiret nîmetlerini seçmede serbest bırakıldım.
İstersen dünyâda bakî ol, sonra Cennet’e git, istersen likaullah (Allah’a
kavuşmak) hâsıl olup Cennet’e gir dediler. Ben likaullahı ve sonra Cennet’i
seçtim.” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz vefâtından önce humma hastalığına tutuldu. Bu hastalık 13
gün sürdü. Bu müddetin son 8 gününü hazret-i Âişe’nin odasında geçirdi.
Hastalığının ilk günlerinde ve ateşi düştüğü sıralarda mescide çıkıp Eshâbına
namaz kıldırıyordu.
Hastalığının ikinci günü hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs kollarına girerek
mescidi teşrif etti. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra; “Ey Eshâbım,
bilmiş olunuz ki aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa benden
istesin. Benim yanımda sevgili olan benden hakkını istesin veya helâl etsin ki
Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım.” buyurdu. Sonra
minberden inip öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp
namazdan önce buyurduğunu tekrar etti. Bunun üzerine Eshâbdan biri kalkıp üç
dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen ödedi.
Peygamber efendimizin hastalığının arttığı günlerde Eshâb-ı kirâma yaptığı
vasiyetlerden biri de şöyledir: “Müşrikleri Arabistan’dan çıkarınız. Size
gelen elçilere benim yaptığım gibi ikrâm ve ihsânda bulununuz.”
Vefâtından beş gün önce hastalığı biraz hafifledi ve mescidi teşrif edip,
minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma; “Ey Eshâbım, hiçbir peygamber ümmeti içinde
ebedî olarak yaşamadı. Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım. Muhakkak ki siz
de Rabbinize kavuşacaksınız. Dünyâda hiç kimse kalmaz. Her şey Allah’ın
irâdesine bağlıdır. Allah’ın takdir buyurduğu zaman ne öne alınır, ne de o
zamandan kaçılır. Sizinle buluşacağımız yer, Kevser Havzının başıdır. Her kim
benimle Kevser Havzı kenârında buluşmak isterse elini ve dilini korusun,
günahlardan sakınsın. Ey Eshâbım! Allah kullarından birini dünyâ hayâtıyla
âhiret hayâtını seçmekte serbest bıraktı. Fakat bu kul âhiret hayâtını seçti.”
buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr Resûlullah efendimizin bu sözleriyle vefâtına
işâret buyurduğunu anlayarak ağlamaya başladı. Peygamber efendimiz; “Ağlama
yâ Ebâ Bekr!” buyurarak onu teselli etti ve; “Bana her bakımdan en
faydalı olanınız Ebû Bekr’dir.” ve “Mescide açılan kapılardan Ebû
Bekr’inki hâriç hepsini kapatınız.” buyurdu. Sonra minberden inerek hazret-i
Âişe’nin odasına döndü. Biraz sonra Eshâb-ı kirâmın çok üzülmesi ve endişeleri
üzerine hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs’ın koltuğuna girdiği halde tekrar mescide
geldi. Minberin alt basamağına durup Eshâb-ı kirâma son hutbesini okudu ve
vasiyetini yaparak şöyle buyurdu: “Ey Muhâcirler, size Ensar hakkında hayırlı
olmanızı vasiyet ederim. Onlar benim has cemâatimdir. Onlar sizi evlerinde
misâfir edip, her hususta sizi nefslerine tercih ettiler. Eshâbım! İlk
Muhâcirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün Muhâcirler birbirlerine
hayırlı olsunlar. Her iş Allahü teâlânın izniyle olur. Allahü teâlânın irâdesine
karşı çıkanlar sonunda mağlup olurlar. Allahü teâlânın emrine uymak
istemeyenler, muhakkak aldanırlar.” Daha önce hazret-i Ebû Bekr’den
memnûniyetini belirttiği gibi bu hutbede de hazret-i Ömer’den memnuniyetini
belirtti ve; “Ömer benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömer’le
berâberdir.” buyurdu. Resûlullah efendimiz bu hutbeden sonra minberden indi
ve Eshâbdan ayrılıp odasına çekildi. Vefâtına üç gün kala bir yatsı vaktinde
namaz için ezân okunmuştu. Peygamber efendimiz namazın kılınıp kılınmadığını
sorunca; “Cemâat sizi bekliyor yâ Resûlallah!” denildi. Resûlullah cemâate
gitmek istedi. Cemâate gidecek takat bulamayınca; “Ebû Bekr’e söyleyin namazı
kıldırsın.” buyurdu. Resûlullah efendimiz bu emrini üç defâ tekrarladı.
Hazret-i Ebû Bekr üç gün cemâate namaz kıldırdı.
Sevgili Peygamberimiz vefât ettiği günün sabah namazı vaktinde mescide açılan
odanın kapısındaki perdeyi kaldırdı. Hazret-i Ebû Bekr cemâate sabah namazını
kıldırıyordu. Eshâbına bakıp onların namazda saf tutup durduklarını görünce
sevinerek tebessüm etti. Sonra da mescide girdi. Resûlullah’ın teşrifini fark
eden hazret-i Ebû Bekr mihrabdan çekilmek üzereyken Resûlullah eliyle yerinde
durması için işâret edip, oturduğu yerde Ebû Bekr’e radıyallahü anh uyarak sabah
namazını kıldı. O gün hastalığı hafiflemişti. Namazdan sonra Eshâb-ı kirâma
dönüp; “Ey insanlar! Siz Allahü teâlânın hıfzındasınız ve sizi Allahü teâlâya
emânet ettim. Takvâ üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın emrini
tutun ve itâat edin. Ben bu dâr-ı dünyâdan ayrılırım.” buyurdu. Sonra
mescitten odasına geçti. Bu Eshâb-ı kirâmın Resûlullah efendimizi son görüşü
oldu.
Resûl-i ekrem efendimiz hazret-i Âişe’nin hücresine girip yattığı sırada, Üsâme
bin Zeyd huzûruna geldi. Resûlullah efendimiz 23 senelik peygamberlik müddetinde
son olarak Suriye tarafında Bizans üzerine gidecek bir ordu hazırlamıştı. Bu
orduya kumandan tâyin ettiği Üsâme bin Zeyd’e hareket etmesini buyurdu. Bu
sırada hastalığı şiddetlenen Peygamber efendimiz kızı hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp
kulağına birşeyler söyledi. Hazret-i Fâtımâ ağlamaya başladı. Sonra bir şeyler
daha söyleyince hazret-i Fâtımâ güldü. Resûlullah efendimiz hazret-i Fâtımâ’ya
vefât edeceğini söyleyince hazret-i Fâtıma ağladı. Sonra da; “Sana müjde
olsun ki bütün ehlimden önce sen bana kavuşursun.” buyurdu. Bunun üzerine
hazret-i Fâtıma sevinip güldü.
Resûl-i ekrem efendimiz vefât edeceği sırada hazret-i Ali’ye, hazret-i Âişe’ye
vasiyette ve nasîhatta bulundu. Bu sırada ağlayıp gözyaşı döken hazret-i
Fâtımâ’ya; “Kızım bir miktar sabreyle, ağlama. Zîrâ Hamele-i Arş
(melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar.” buyurdu. Hazret-i
Fâtımâ’nın göz yaşını sildi. Teselli verip Allahü teâlâdan sabır vermesini
diledi ve; “Ey kızım, benim rûhum kabz olacak. (İnnâ lillahi ve innâ ileyhi
râci’ûn) diyesin. Ey Fâtımâ, gelen her musibete bir karşılık verilir.”
buyurdu. Bir müddet mübârek gözlerini kapayıp sonra; “Bundan sonra babana
üzüntü ve gussa (keder, tasa) olmaz. Zîrâ fânî âlemden ve mihnet yerinden
kurtuluyor.” buyurdu. Sonra hanımlarına nasîhat buyurdu. Torunları hazret-i
Hasan ve hazret-i Hüseyin’i yanına alıp, onlara şefkatle bakarak alınlarından
öptü. Sonra da hazret-i Ali’yi yanına çağırıp mübârek başını onun koluna
dayayarak oturup; “Yâ Ali, zimmetimde filan Yahûdînin şu kadar malı vardır.
Asker hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi unutma. Elbette zimmetimi
kurtarırsın ve Kevser Havzı başında benimle görüşeceklerin birincisi sensin.
Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin. İnsanlar dünyâyı istedikleri
vakit sen âhireti seçesin.” buyurdu. Resûlullah efendimiz vasiyetini
tamamladıktan sonra hâli değişti, yatağına yatırdılar.
Rebiülevvel ayının on ikisinde Pazartesi günü öğleden evvel Cebrâil aleyhisselâm
gelip; “Yâ Resûlallah! Cennetleri süslediler, Hûri veRıdvan donandı. Allahü
teâlâ sana hiç kimseye verilmeyen çok şeyler ihsân etti. Kevser Havzı, Makam-ı
Mahmûd ve Şefâat-i ümmet verdi. Kıyâmet günü sen râzı oluncaya kadar ümmetini
bağışlar. Yâ Resûlallah; Melek-ül Mevt kapıda beklemektedir. İçeri girmeye izin
ister. Şimdiye kadar kimseden izin istememiştir. Bundan sonra da istemez.” dedi.
Sevgili Peygamberimizin izni üzerine Azrâil aleyhisselâm içeri girip selâm verdi
ve sonra; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni senin huzûruna gönderdi. Senin
emrinden dışarı çıkmamamı buyurdu. Dilersen şerefli rûhunu kabz edip ulvî âleme
yükselteyim, yoksa dönüp gideyim.” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Ey Habîbullah!
Allahü teâlâ sana müştâktır(âşıktır).” dedi. Sonra selâm verip vedâ ederken; “Ey
Muhammed; Ey Ahmed! Bundan sonra vahiy için bir daha gelmem ve Hak teâlânın
haberini yer yüzüne getirmem. Benim maksûdum ve matlûbum sen idin yâ
Resûlallah.” dedi. Bundan sonra Peygamber efendimizin; “Ey Azrâil vazîfeni
yap.” buyurması üzerine, mübârek rûhunu kabz etti. Böylece Resûl-i ekrem
efendimiz Hicretin on birinci yılında (Mîlâdî 632) Rebiülevvel ayının 12’sinde
Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti. Vefât ettiğinde Kamerî seneye göre 63,
şemsî seneye göre 61 yaşında idi.
Eshâb-ı kirâm, Resûlullah efendimizin vefâtı üzerine pekçok üzülüp gözyaşı
döktüler. Çoğunun dili tutulup bir müddet konuşamaz oldu. Ebû Bekr radıyallahü
anh Resûlullah’ın yanına girip mübârek yüzünden örtüyü kaldırarak mübârek
alnından öptü. Sonra başını kaldırıp, mübârek alnından tekrâr öpüp; “Âh Sâfi”
dedi. Bir daha öpüp, “Âh dost” dedi. Sonra mübârek pazusunu öpüp ağladı. “Anam
babam sana fedâ olsun! Dirin ve ölün tayyib, temiz ve ne güzeldir!” dedi. Ve;
“Eğer ihtiyârımız elimizde olsaydı canlarımızı yoluna fedâ ederdik. Eğer sen
bizi men etmeseydin, gözlerimizden pınarları akıtırdık.” Sonra salâtü selâm
okuyup; “Yâ Resûlallah, bizi Rabbinin katında hatırla.” dedi. Sonra dışarı
çıktı. Mescitte minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma bir hutbe okudu. Allahü teâlâya
hamd ve senâ etti. Resûl-i ekrem efendimize sallallahü aleyhi ve sellem salât
okudu. Sonra şöyle dedi: “Her kim Muhammed’e îmân etmişse bilsin ki, Muhammed
aleyhisselâm vefât etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa O, Hayy, diri ve
Bâkî’dir, ölmez, ebedîdir.” buyurdu ve sonra; “Muhammed de kendinden önce
geçen Resûller gibi Resûldür. Eğer O vefât eder, yâhut öldürülürse, siz
dîninizden, yâhut cihaddan, eski hâlinize dönecek misiniz? Böyle değişen, Allahü
teâlâya zarar vermez, kendine zarar eder. İslâm ve sebatta şükredenlere muhakkak
mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân sûresi: 144) meâlindeki âyet-i kerîmeyi
okudu.
Hazret-i Ebû Bekr Eshâb-ı kirâmı ve Ehl-i beyti teselli etti. İlk anda acı haber
üzerine çok şaşıran Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekr’i radıyallahü anh dinleyince
kendine geldi. Peygamberimizin vefât ettiği gün Eshâb-ı kirâm yapılan umûmî bir
bîatle hazret-i Ebû Bekr’i halîfe seçtiler.
Resûlullah efendimizin cenâzesi vefât ettiği günden sonra, salı günü yıkandı ve
kefenlendi. Gasl (yıkama) işine bizzat hazret-i Ali, hazret-i Abbâs ve hazret-i
Abbâs’ın oğulları Fazl ve Kusem de yardım ettiler. Üsâme ile Şukran Sâlih
radıyallahü anhümâ da su döktüler.
Peygamber efendimiz gömleği üzerinde olduğu halde üç kere yıkanıp üç kat yeni
beyaz kefene sarıldı. Bundan sonra mübârek cesedi sedir üstüne konulup bulunduğu
odanın kapısıEshâb-ı kirâma açıldı. Eshâb-ı kirâm grup grup odaya girip cenâze
namazı kıldılar. Salıyı çarşambaya bağlayan gece (çarşamba gecesi) yarısı
mübârek rûhu alındığı yerde defn olundu. Mübârek cesedini kabre Ali, Fadl, Üsâme
ve Abdurrahmân bin Avf radıyallahü anhüm indirdi. Kıyâmet günü kabirden en önce
O kalkacaktır. En önce O şefâat edecektir. En önce O’nun şefâati kabul
olunacaktır. Cennet kapısını önce O açacaktır.
Resûl-i ekrem efendimizin vefâtı üzerine bütün Müslümanların kalpleri yandı, çok
üzüldüler. Peygamber efendimiz bizim bilmediğimiz bir hayat ile, şimdi kabrinde
hayattadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin
söyledikleri salevâtı kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası
Cennet bahçesi gibi kıymetlidir.
Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatların büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir:
“Beni ziyâret edene şefâatim vâcib olur.” buyurmuştur.
Hazret-i Fâtıma, babasının vefâtından duyduğu üzüntüyü şu mersiye ile dile
getirdi: “Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar gündüzlerin
üzerine dökülseydi gece olurdu.”
Peygamber efendimizin görünüşünün anlatılmasına İslâm terminolojisinde “Hilye-i
Saâdet” denilmiştir. Peygamberimizin mübârek bedeninin dış görünüşü bütün
incelikleriyle bu Hilye-i Saâdet yazılarında bildirilmiştir. Bunları okuyanlar,
Peygamber efendimizin rûhen olduğu gibi bedenen de hiç eksiksiz ve kusursuz,
insanların en güzeli ve her bakımdan en üstünü olduğunu anlarlar. İslâm
dünyâsında bu konuda pekçok eser yazılmıştır.
Peygamber efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler
yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve
asırları kaplamış olanları dahi, O’nu methetmekten âciz olduklarını beyan
etmişlerdir.
Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen Nâtlar hep O’nun için yazılmıştır.
Resûlullah efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının,
devlet, siyâset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin
alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve
şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar, Habîb-i ekrem
efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını
görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri
fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle
berâber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan
çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar da Peygamber efendimizin güzellik ve
üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece
görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî
vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile
getirmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde
üstâd ve Peygamber efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün
güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i
Sıddîk radıyallahü anh gelmektedir. O, Resûlullah efendimizdeki nübüvvet nûrunu
görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık
olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk
radıyallahü anh gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh her an, her
baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini; “Yâ Resûlallah! Nereye
baksam sizi görüyorum. Helâda bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arzetmişti.
Bir keresinde de; “Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza)
değişirim.” demişti. Resûlullah efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve
anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahheradan, müminlerin annesi hazret-i Âişe
idi. Âişe radıyallahü anhâ âlime, müctehide, akıllı, zekî ve edibe idi. Gâyet
beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’ân-ı kerîm’in mânâlarını, helâl ve
harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullah’ı
metheden şu iki beyti Âişe radıyallahü anhâ söylemiştir:
Ve lev semia ehlü Mısra evsâfe haddihî.
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüf’e min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû.
Le âserne bilkatil kulûbi alel eydi.
“Eğer Mısır’dakiler, Peygamber efendimizin yanaklarının güzelliğini işitmiş
olsalardı. Güzelliği dillere destan olan Yûsüf aleyhisselâmın pazarlığında hiç
para vermezlerdi. Bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı.
Zelîhâ’yı Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek kötüleyen kadınlar Resûlullah’ın
parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalplerini keserlerdi de acısını
duymazlardı.”
Yine hazret-i Âişe buyuruyor ki: “Bir gün Resûlullah mübârek nalınlarının
kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak
alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi
kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp; “Sana ne oldu ki böyle dalgın
duruyorsun?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nûrların
parlaklığına ve mübârek alnındaki ter tânelerinin saçtıkları ışıklara bakarak
kendimden geçtim.” dedim. Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin
arasını(alnımı) öptü ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni
sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.” buyurdu. Yâni, senin beni
sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur, dedi.” Hazret-i Âişe’nin mübârek
gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullah efendimizi severek, O’nun cemâlini
anlayarak gördüğü için âferin ve takdir olmaktadır.
Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerîm’de geçen isimlerinden biri de
Kur’ân-ı kerîm’in kalbi olan Yâsîn sûresindeki “Yâsîn” kelimesidir. Ulemâ-i
rasihînin büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri; “Yâsîn, ey
benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habîbim, demektir.” buyurmuştur. Bu
deryânın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip
nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullah
efendimizin aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve
yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve
meşhurlarından olan ve bu muhabbet deryasından büyük pay sâhibi olan Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de Sevgili Peygamberimize olan muhabet ve aşkını dile
getirdiği kasîdelerinden birinde şöyle demektedir:
Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim.
Misafirinim dersem saygısızlık sayarım.
Her şey cihanda senin şerefine bilirim.
Rahmetin yağsa bana hergün olur bahârım.
Herkes Kâbe’yi tavâf için gelir Hicâz’a,
Sana kavuşmak için ben dağları aşarım.
Seadet tâcına kavuştum ben rüyâda.
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.
Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmî!
Dîvânında şu yazılar, oluyor, tercümânım.
Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin ihsân denizinden bir damla arzularım.
Resûlullah’ı sevmek, bütün Müslümanlara farz-ı ayndır. O’nun sevgisi bir gönüle
yerleşirse, İslâmiyeti yaşama, îmânın ve islâmın tadına doyulmaz zevkine ermek
ne kadar kolay olur. Bu sevgi, iki cihânın efendisine tam uymaya sebeptir. Bu
sevgiyle Allahü teâlânın Habîbine ikrâm ettiği sonsuz ve târife sığmaz nîmetlere
ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her Müslümanı doğrudan
doğruya Resûlullah’ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet âlimleri ve kitapları bu
bereketlerin senetleridir.