Resûlullahın şâiri.
Hicretin yedinci senesi idi... Sevgili Peygamberimiz ve Eshâbı hep birlikte,
Medîne'den hareket ettiler. Niyetleri; Mekke'ye varıp "mübârek" Kâbe'ye
yüzlerini sürmekti. Çünkü geçen sene müşrikler, buna engel olmuşlardı. Fakat bu
yıl için anlaşmaları vardı.
Böylece Resûlullah efendimiz ve arkadaşları, umre ibâdetlerini de ifâ etmiş,
yerine getirmiş olacaklardı.
Mekke'ye yaklaşırken Resûlullah efendimiz Kusvâ adlı devesinin üzerinde ve
devenin yuları da Abdullah bin Revâha'nın elinde bulunuyordu. Abdullah bin
Revâha, hem şiirler söylüyor, hem ilerliyordu:
Bırak yâ Ömer
Bu şiirleri işiten Hazret-i Ömer, hiddetlendi ve:
- Ey Abdullah! Beytulah'ın önünde ve Peygamber efendimizin huzurlarında, nasıl
böyle şiir söyliyebilirsin, diye çıkıştı.
Fakat sevgili Peygamberimiz:
- Bırak Yâ Ömer! Allaha yemîn ederim ki, Abdullah'ın sözleri; düşmana, ok
saplamasından fazla te'sir eder. Ey Revâha'nın oğlu devam et! buyurdular.
Peygamber efendimiz biraz sonra Hazret-i Abdullah bin Revaha'ya;
- Allahü teâlâdan başka ilah yoktur! Bir olan O'dur! Va'dini gerçekleştiren
O'dur! Bu kuluna yardım eden O'dur! Askerlerini güçlendiren O'dur! Toplanmış
olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız O'dur, de! buyurdu. Ve hayır
duâda bulundu.
Abdullah bin Revâha da söylemeye devam etti. Diğer Eshâb-ı kirâm da onun
söylediklerini tekrar ediyordu.
Hakikaten o zamanlar, şâirlerin önemi çok fazlaydı. Çünkü radyo, gazete, tv.
gibi propaganda araçları mevcut değildi. Bu yüzden herkes kendi fikirlerini,
şiirle beğendirmeye çalışıyordu. Veya aksine beğenmediklerini de, ancak o yolla
tenkîd edebiliyordu. Şâirler bu yüzden çok önemliydiler...
Din düşmanları da aynı yolu, acımasızca kullanıyorlardı. Puta tapan ve kâfir
şâirler; alçakça İslâmiyete saldırıyorlardı. Dînimiz ve Peygamber efendimizle,
utanmadan alay ediyorlardı.
İslâmın büyük şâirleri
İşte bu hâin propagandaya karşı, islâmın ilk büyük şâirleri üç kişiydiler:
Hassân bin Sâbit, Kâ'b bin Züheyr ve Abdullah bin Revâha hazretleri.
Bunların yazdığı Beyit ve Kıt'alar, hemen ezberlenirdi. Her yerde tekrarlanan bu
şiirler, kâfir kalblerine ok gibi saplanıyordu.
Ama günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenâb-ı Hak,
Kelâmında meâlen buyurdu ki:
"... Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar..."
Bu şiddetli hitap karşısında, Hazret-i Abdullah ve arkadaşları ağlamaya
başladılar. Bunu gören Peygaber efendimiz, âyetin devamını okudular:
"... Ancak îman edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ,
Onlar öteki şâirler gibi değildirler..."
Hazret-i Abdullah ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi
övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Ayet-i kerimenin devamı gelince,
üzüntüleri sevince dönüştü.
Mübârek bir cum'a günü sevgili Peygamberimiz, mescidde hutbeye çıktılar.
Hazret-i Abdullah da telâşla, cum'aya yetişmeye çalışıyordu. Henüz epeyce
ilerde, "Beni Ganm"de bulunuyordu. Tam o sırada, Peygamber efendimizin:
- Oturun! buyurduklarını işitti.
Derhal bulunduğu yere oturdu. İki Cihân Güneşi'nin hutbeleri bitinceye kadar da,
yerinden kalkmadı. Bu hâli gören Müslümanlar, durumu Peygamber efendimize arz
ettiler:
Resûlullaha itâ'at
- Yâ Resûlallah! Revâha oğlunun, nerede oturduğunu görüyor musunuz?
Sevgili Peygamberimiz o tarafa doğru baktılar.
- Çünkü sizin "oturun" emrinizi, orada duydu ve hemen oturdu!.. dediler.
Peygamber efendimiz bu hareketten çok hoşlanıp, Hazret-i Abdullah'a:
- Cenâbı Hak senin, yüce Allaha ve Resûlüne olan itâatte hırsını arttırsın,
diye dua buyurdu.
Hazret-i Abdullahın şâirliği kadar, cengâverliği de (savaşçılığı) meşhurdu.
Peygamber efendimizle birlikte, bütün savaşlara katıldı. Hepsinde büyük
kahramanlık gösterdi.
İşte bunlardan biri de Hicretin 8. yılındaki Mûte gâzâsıdır. Sefere çıkılmasının
sebebi, bir İslâm elçisinin öldürülmesidir.
Resûlullah efendimiz, Bizans imparatoruna bağlı Busrâ emîrine de bir mektup
yollandı. Fakat küstah emîr, aldığı islâma dâvet mektubunu yırttı. Üstelik islâm
elçisini de, hâince şehîd etti. İşte bu alçaklığa üzülen Allahü teâlânın Resûlü,
o zâlimler üzerine kuvvet göndermeye karar verdi.
Hepsi de gönüllü olan 3.000 kişilik mücâhidler ordusu kısa zamanda hazırlandı.
İki cihan sultânı Peygamber efendimiz, öğle namazını kıldırdıktan sonra, bu
mübârek orduyu bizzat uğurlamaya çıktılar. Sancağı şerîflerini, Hazret-i Zeyd'e
teslim ettiler. Sonra da buyurdular ki:
- Cihâd için hazırlanan bu ordunun başına Zeyd bin Hârise'yi kumandan ta'yin
ettim. Şâyet Zeyd şehîd olursa, sancağı Ca'fer alsın. O da şehîd düşerse,
Abdullah bin Revâha alsın. O da şehîd olursa sizler, istediğiniz birini Kumandan
seçersiniz.
Niçin ağlıyorsun?
Herkes birbiriyle kucaklaşıyor, helâllaşıyordu. Bu sırada arkadaşları, Hazret-i
Abdullah'ın ağladığını farkettiler:
- Niçin ağlıyorsun, ey Revâha'nın Oğlu, diye sordular. Cevap verdi:
- Vallahi, dünyâyı sevdiğim için ağlamıyorum. Sizlerden ayrılacağım için de
değil.
- Peki, niçin ağlıyorsun?
- Peygamber efendimizden duyduğum, Allahın kelâmını hatırladım: "...
İçinizden hiçbiriniz hâriç olmamak üzere hepiniz, Cehenneme varacaksınız..."
deniyordu. İşte oraya cehenneme vardığım zaman, hâlim ne olacak diye ağlıyorum,
dedi. Aradaşları, O'nu tesellî ettiler.
Zeyd bin Hârise kumandasındaki ordu hareket ettiğinde Abdullah bin Revâha
Peygamber efendimizin huzûruna gelerek:
- Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmıyacağım bir tavsiye
de bulunur musunuz, dedi. Resûlüllah efendimiz buyurdular ki:
- Sen, yarın Allaha pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada
secdeleri çoğalt!
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatinizi artırır mısınız?
- Allahü teâlâyı zikret, çünkü, Allahü teâlâyı zikir, umduğuna kavuşmanda
sana yardımcı olur.
Çocukları öldürmeyin!
Ordu, Medîne dışındaki hurmalıklara gelince, sevgili Peygamberimiz son
emirlerini verdiler:
- Çocukları, kadınları, âmaları sakın öldürmeyin. Evleri yıkıp, ağaçları
yakıp harâp etmeyin.
Zeyd bin Erkam der ki:
Ben Abdullah bin Revâha'nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. Mûte
seferine çıktığımızda beni de terkesine bindirmişti. Geceleyin biraz gidince
dudaklarından şehidliği özlediğini ve buna kavuşmak için yandığını ifâde eden
şiirler söylüyordu. Bu beyitleri işitince ağladım. Bunu fark eden Abdullah bin
Revâha, bana dedi ki:
- Sana ne oluyor! Şehid olmamın sana ne zararı var? Hak teâlâ bana şehidliği
nasîb ederse, sen de hayvanıma biner, geri döner, yerine ulaşırsın. Ben ise
dünyânın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden kurtularak özlediğim şehidlik
makâmına kavuşurum.
Abdullah bin Revâha, gece inip iki rekat namaz kılıp, uzunca bir duâ yaptı.
Sonra Zeyd'e dönüp dedi ki:
- Ey çocuk! İnşallah bu sefer şehidlik nasib olacaktır.
İslâm ordusu, Şam topraklarında bulunan, Ma'an şehrine kadar hiç durmadı. Ancak
orada, Bizans imparatorunun kendilerine karşı, 100.000 kişilik büyük bir ordu
yolladığını haber aldılar. Derhal istişâre toplantısı yapıldı. Bazıları, şu
fikri ileri sürdüler:
- Peygamber efendimize yazalım. Düşman sayısının çok fazla olduğunu arz edelim.
Ya bize, yardımcı kuvvet gönderirler veya ne yapacağımızı emrederler. Biz de, o
şekilde hareket ederiz.
Zafer kazanacağız!
Başka fikirler de öne sürülürken, Hazret-i Abdullah ayağa kalktı:
- Ey Mücâhidler! Bu sefere niçin çıktığımızı, hatırlamıyor gibisiniz! Çünkü
hepiniz biliyorsunuz ki, ya kahramanca savaşıp zafer kazanacağız veya Allah
rızası için ölüp, şehîd olacağız... Bu mertebelerin ikisi de, her Müslümân için,
en büyük şereftir.
Müslümanlar heyecanla dinliyorlardı. O devamla:
- Kardeşlerim. Unutmayın ki biz düşmana karşı, sayı ve silâh çokluğuyla
savaşmıyoruz. Cenâb-ı Hakkın lutfettiği, İslâm dîni ve îman gücümüzle, er
meydanına atıldık. Hepimiz yüce Allahtan, iki şey diliyoruz: Ya gâzilik, ya
şehîdlik, diyerek sözlerini tamamladı. Oradakiler:
- Vallahi, "Revâha'nın Oğlu" doğru söylüyor, dediler. Sonra da hep birlikte,
ilerlemeye başladılar.
Hazret-i Ca'fer, Mûte savaşında çarpışırken şöyle diyordu:
"Cennette yaşamak ne güzeldir! Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur. Rumlara
gelince, Rumların âkıbetleri yakındır, kâfir ve cehennemliktirler. Bana düşen
onlardan karşılaştığıma kılıç vurmaktır."
Hazret-i Ca'fer böyle söyliyerek kılıç sallıyordu ama, kefere sürüsü, tükenecek
gibi değildi. Yüzlercesi birden, Hazret-i Cafer'e çullandılar. Önce, sağ kolunu
kılıçladılar. Sancağı, öbür eline aldı. Sol kolunu da uçurdular. Mübârek sancağı
şerîfi, mübârek vücûduna sardı. O hâliyle savaşa devam etti.
Bu inanılmaz kahramanlığa, Bizans şövalyeleri hayret ediyorlardı. Bir türlü yere
yıkamadıkları o büyük mücâhide, yüzlerce ok ve mızrak sapladılar.
Cennete uçtu
Artık o, Hazret-i "Ca'fer-i tayyâr" oldu. Cennete uçarken, Hazret-i Abdullah
koşturdu. Yere indi. Sancağı kaptı. Göklere doğru yükseltti.
Mute'de Ca'fer-i tayyâr'ın şehid düşmesi ile sancağı alıp, göklere yükselten
Abdullah bin Revâha bu anda, en son şiirini, kendisine söyledi ve kâfirler
üzerine, bir ok gibi atıldı.
Abdullah bin Revâha çarpışırken bir ara parmağı ağır yaralandı. Kopmak üzere
idi.
Bunun üzerine atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına koyup:
"Sen sadece yaralı parmak değil misin? Zaten bu kazâya da Allahü teâlânın
yolunda uğramış bulunuyorsun" diyerek çekip kopardı.
Sonra tekrar atına binip olanca gücüyle çarpışmaya devam etti.
Çarpışmanın bir anında Abdullah bin Revâha atından inmişti. Amcasının oğlu
kendisine biraz pişmiş et getirdi ve:
- Al, bunu ye de biraz güçlen, dedi.
Abdullah bin Revâha üç günden beri bir şey yememişti. Etten ağzına bir lokma
aldığı sırada, Müslümanların bulunduğu yerde bir karışıklık gördü. Bunun
üzerine:
"Arkadaşların bu hâlde iken sen halâ bu dünyâdasın ve yiyip-içmekle meşgulsün"
diyerek nefsini kınadı ve elindeki eti bırakarak tekrar savaşa başladı.
Melekler O'nunla övünürlerdi
Çok geçmeden sevgili Peygamberimizin, mübârek sözleri gerçekleşiyordu. Hazret-i
Abdullah da, önceki kumandanlar gibi şehîd oldu. Murâdına erdi.
Bundan sonra sancak Hâlid bin Velîd hazretlerine verildi. Hâlid bin Velid
kumandası ve sancağı altında hücüma geçen mücâhidler düşmanı şaşkınlığa düşürüp
bozguna uğrattılar. Hâlid bin Velîd:
- O gün benim elimde dokuz kılıç parçalandı. Elimde geniş yüzlü bir Yemen
palasından başka bir şey kalmamıştı, diyerek o zamanı dile getirmiştir.
Bu esnada Medîne'de, Mescid-i Nebî'de bulunan Allahü teâlânın Resûlü, şehidlerin
Arş-ı a'lâya yükseldiklerini haber verdiler.
Abdullah bin Revâha, Peygamber efendimizin vahy katipleri arasındadır. Onun
hakkında buyurdular ki:
- Cenab-ı Hak, Abdullah bin Revâha'ya rahmet eylesin. Melekler onun
meclisiyle öğünürlerdi...