Peygamber efendimizin şâirlerinden.
Kâ'b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın
ileri gelen şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medîne'de hızla yayılmasından
sonra yapılan ikinci Akabe bî'atına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu
kendisi şöyle anlatır:
Bunları tanıyor musun?
Kavmimizden müşrik olan ba'zı kimselerle beraber, Kâ'be'yi ziyâret için
Medîne'den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da
yanımızda idi. Mekke'ye gelince Berâ, bana dedi ki:
- Bizi Resûlullah aleyhisselâma götür.
Birlikte Resûlullah efendimizi araştırdık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli bir adama
Resûlullahı sorduk. Adam bize:
- Mescid-i Harâm'a gidiniz! Aradığınız O zât şimdi orada amcası Abbâs ile
birlikte orada oturuyor, dedi.
Biz tüccâr olduğu için Hazret-i Abbâs'ı tanıyorduk. Mescid-i Harâm'a
girdiğimizde Resûlullah efendimizi amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm
verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Resûlullah efendimiz Hazret-i Abbâs'a
sordu:
- Bu zâtları tanıyor musun?
- Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b bin
Mâlik'tir.
- Şu şâir olan Kâ'b mı?
Hazret-i Abbâs da "Evet" dedi. Vallahi Resûlullah efendimizin bu sözünü hayatım
boyunca unutmadım.
Kâ'b bin Mâlik ikinci Akabe bî'atının gerisini şöyle anlatmaktadır:
Biz kararlaştırdığımız gibi vâdide toplandık. Resûlullah efendimizi bekliyorduk.
Sonra Resûlullah efendimiz amcası Hazret-i Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan
konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Resûlullah efendimizi her türlü
tehlikeye karşı koruyacaklarına ve İslâmiyeti yayacaklarına söz verdiler.
Akabe bî'atinden sonra Medîne'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabîlesinin Müslüman
olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâlik hazretleri Bedir savaşına katılmadı.
Uhud savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi
şöyle anlatıyor:
Tanıyamadın mı yâ Kâ'b?
Uhud savaşında bir ara şehîdlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir
taraftan şehîdlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîdlerin ağız, burun
ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da:
- Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu.
Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle
Müslümanı mukâyese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu.
Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücûm ettiler. Müslüman bir
kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı ve
dedi ki:
- Tanıyamadın mı yâ Kâ'b, ben Ebû Dücâne'yim.
Hazret-i Kâ'b'ın hali vakti yerindeydi. Tebük Gazâsına gidilecekti. Daha önceki
gazâlarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber efendimiz, bu defa
Müslümanları topladı ve Tebük'e sefer yapılacağını haber verdi.
İşleriyle oyalandı
Mevsim sıcaktı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere
hazırlanırken Hazret-i Kâ'b; "hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim" diyerek,
kendi işleriyle oyalandı. Öyle ki, Peygamber yola çıktığı zaman Kâ'b'ın hiçbir
hazırlığı yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama hiçbir şey yapamadan
döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır:
"Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım. Fakat bu da
mümkün olmadı. Resûlullah efendimiz bu gazâya gittikten sonra insanlar arasına
çıktığımda, kendime arkadaş olarak ancak münâfıklık damgası vurulmuş kimseleri,
yâhut âcizleri görmem beni kederlendirdi."
Tebük'e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hazret-i Peygamber, orada Kâ'b'ın ne
yaptığını sordu. Müslümanlardan biri, (elbiselerine ve boyuna bakıp gururlanması
onu cihâd yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen müdâhale ederek Kâ'b
hakkında iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi. Bu cevap üzerine
Hazret-i Peygamber sükût etti.
Sefer sona erip de Müslümanlar Medîne'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı müthiş
bir endişe ve telâş kapladı. Resûlullah efendimiz dönünce ona ne diyeceğini
düşünüyordu. Bu arada aklına birçok mâzeretler geliyor, ama o Resûlullaha yalan
söylemeyi nefsine yediremiyordu.
Nitekim Resûlullahın Medîne'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b doğruca
Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakîkatı olduğu gibi söylemeye karar verdi.
Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:
"Resûlullah efendimizin huzûruna varınca selâm verdiğim zaman, bana gazâblı bir
gülümseyişle, "Gel" buyurdular. Yürüyüp yanına vardım ve önüne oturdum.
Bana sordular:
- Seni geride bırakan nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana bî'at
etmemiş miydin?
- Evet, yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya
halkından birisinin yanında bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazâbından
kurtulabileceğimi zannederdim. Zîrâ söz söylemesini bilirim.
Hiç bir özrüm yoktur
- Vallahi, biliyorum ki, bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahü teâlâ
sizi bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız.
Lâkin ben doğruyu söylemekle Allahtan hayırlı netîce beklerim. Yemin ederim ki,
gazâdan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp
kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.
Kâ'b Resûlullaha doğruyu söylerken gözleri önünde, ba'zı münâfıklar yalan
mâzeretlerle Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu
mâzeretlerini kabûl ederek kalblerinde yatan niyeti Allaha havâle etmişti. Fakat
Kâ'b Allah ve Resûlü huzurunda doğruluktan ayrılmadı.
Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde mâzeret belirtmemesi üzerine Resûlullah efendimiz
buyurdu ki:
- İşte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahü teâlâ senin hakkında hükmünü
verinceye kadar bekle!
Âciz duruma düştün
Kalktım. Evime gelirken, Selimeoğullarından ba'zı kişiler, benimle birlikte
geldiler ve bana dediler ki:
- Vallahi, biz, seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmiyoruz. Ne
çâre ki, sen, seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şekilde Resûlullah
efendimizden özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki, Resûlullah senin
hakkındaki magfiret dileği, günâhını bağışlatmaya yeterdi!
Vallahi, Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet
Resûlullah efendimizin yanına dönmek, kendimi yalanlamak istedim. Sonra, onlara
sordum:
- Bu duruma düşen benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır?
- Evet! İki kişi daha vardır. Onlar da, Resûlullaha senin söylediğin sözün
benzerini söylediler. Resûlullah tarafından onlara da, sana söylendiği gibi
söylendi.
- Kimdir onlar?
- Mürâre bin Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyye-tül-Vâkıfî'dir!
Bu iki zâtın, sâlih ve kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir
savaşında bulunduklarını bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin
Cebel ile Ebû Katâde'ye rastladım. Bana dediler ki:
- Arkadaşlarının sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! İnşâallah, herhalde,
Allahü teâlâ, senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür sahiplerine
gelince, eğer, onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahü teâlâ, bu husûsta onlardan
hoşnut olur ve bunu, Peygamberine bildirir!
Bu zâtların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya
başladı. Diğer iki Sahâbî evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle
namazlarını kıldı, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu.
Allah ve Resûlü daha iyi bilir
Resûlullaha yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnâda onun çehresine
bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu.
Bu hâlden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve ona sordu:
- Ey Ebû Katâde! Allah için soruyorum. Allahı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi
biliyor musun?
Fakat cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
Bunun üzerine Kâ'b mahzûn bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı.
Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime
konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'ın
imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise ortaya çıktı. Kâ'b 50 gün devam eden
bu ızdırap verici bekleyiş devresinde Gassan'daki Kıptî liderlerinden bir mektup
aldı. Mektupta şöyle deniyordu:
- Efendinizin size uygunsuz muâmelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun
çiğnendiği ve kıymetinin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gelin, size
ikrâmlarda bulunuruz.
Tereddütsüz reddetti
Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenezzülünde bile
bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikrâm ve haşmet teklif eden
bir da'vet vardı.
Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değerlendirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir
zamanda, böyle câzip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ'b tereddütsüz
Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.
Tam bu esnâda, Kâ'b'ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi.
Peygamberimizin gönderdiği bir elçi, ona, zevcesinden uzak durmasının
istendiğini haber veriyordu. Kâ'b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı
yaşayacaktı.
Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahâbîye de
gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullaha
bağlılığını sarsmadı. İşledikleri hatânın pişmanlığı içinde bütün rûhlarıyla
Allaha yalvarıp istigfâr ediyorlardı.
Ama mü'minler cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Resûlünü terketmek akıllarından
bile geçmiyordu. Îmânları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan
sonrasını Kâ'b hazretleri şöyle anlatır:
Ey Kâ'b, müjde!
"İnsanların bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında,
gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Rûhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere
sığamaz bir vaziyette oturuyordum. Âdetâ yerle gök arasında sıkışmış ve gidecek
hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnâda bir ses işittim:
- Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b, müjde, müjde!
Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım."
Peygamber efendimiz sabah namazından sonra, bu üç Sahâbînin tevbelerinin kabûl
edildiğini halka ilân etmişti. Bunun üzerine Sahâbîler müjdeyi kardeşlerine ilân
etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la birlikte diğer iki Sahâbîye
müjdeciler gönderdiler.
Kâ'b bin Mâlik, bundan sonrasını ve Peygamberimizin yanına gidişini şöyle
anlatır:
"Hemen Resûlullah efendimize gittim. Halk, beni takım takım karşıladılar.
"Allahın, tevbeni kabûl buyurması, sana kutlu olsun!" diyerek beni, kutladılar.
Mescide varıp girdim. O sırada, Resûlullah efendimiz, eshâbıyla oturuyordu."
Kâ'b bin Mâlik anlatmasına şöyle devam etti:
"Kendisine selâm verdiğim zaman, Resûlullah efendimiz, sevinçten yüzü şimşek
çakar gibi bir hâlde olarak bana buyurdu ki:
- Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim ki, o, annenin
doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır! Sen, hiç bir zaman,
üzerine doğmamış olan hayırlı güne gel!
Bunun üzerine Peygamber efendimize sordum:
- Yâ Resûlallah! Bu müjde, Senden mi, yoksa, Allahü teâlâdan mı?
- Hayır! Benden değil, Allahü teâlâdandır!
Yüzü ay gibi parlardı
Zâten, Allahü teâlâ tarafından sevindirildiği zaman, Resûlullahın yüzü,
sevinçten, ay parçası gibi parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısından
anlardık.
Resûlullah aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Hem tevbemin kabûlüne şükür için, hem de Allahın ve Resûlünün
rızâsını kazanmak için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım!
Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki:
- Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu, senin için daha
hayırlıdır.
Bunun üzerine dedim ki:
- Öyle ise, Hayber'de hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime alıkorum.
Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı. Artık ben, tevbemin
icâbından olarak, bundan böyle sağ kaldıkça, yaşadıkça, doğrudan başka bir şey
söylemeyeceğim!
Vallahi, Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden beri, Müslümanlardan hiç
bir kimse bilmiyorum ki, doğru söylemek husûsunda, Allahü teâlânın bana yaptığı
imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun!
Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey söylemek,
aklımdan bile geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde de, Allahü
teâlânın beni yalandan koruyacağını umarım!
Allahü teâlâyı ananlar müstesnâ
Günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenâbı Hak, kelâmında meâlen
buyurdu ki:
(Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar...)
Bu şiddetli hitap karşısında, Hazret-i Abdullah bin Revâha, Kâ'b bin Mâlik ve
Hassân bin Sâbit ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber
efendimiz, âyetin devamını okudular:
(Ancak îmân edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ. Onlar
öteki şâirler gibi değildirler.) [Şuarâ:224]
Hazret-i Kâ'b ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi
övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Âyet-i kerîmenin devamı gelince,
üzüntüleri sevince dönüştü.
Peygamberimizin şâirlerinden olan Hazret-i Kâ'b, Hicretin 50. yılında
Hazret-iMuâviye'nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefât etti.