Helâl ve harâmı iyi bilen sahâbî.
Peygamber efendimiz Müslüman beldelerine vâli ve zekât tahsil memurları
gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek
buyurdu ki:
- İçinizden hanginiz Yemen'e gider?
Hazret-i Ebû Bekir cevap verdi:
- Ben giderim yâ Resûlallah!
Peygamberimiz bir müddet sonra tekrar sordu:
- Hanginiz Yemen'e gider?
Bu sefer Hazret-i Ömer cevap verdi:
- Ben giderim Yâ Resûlallah!
Peygamberimiz biraz sonra yeniden sordu:
- İçinizden Yemen'e kim gider?
Mu'âz bin Cebel ayağa kalkıp dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ben giderim.
Vazife senindir
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey Mu'âz! Bu vazîfe senindir. Ey Bilâl! Bana sarığımı getir!
Mu'âz bin Cebel, Yemen'de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur'ân-ı
kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde toplanan zekât mallarını vazîfelilerden
teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere
Yemen'e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz ona şöyle
buyurdu:
- Sen ehl-i kitaptan ya'nî Yahûdîlerden ve Hıristiyanlardan bir kavimle
karşılaşacaksın. Onların yanına varınca, onları önce, Allahtan başka ilâh
olmadığına ve benim Allahın Resûlü olduğumu tasdîke da'vet et.
Eğer bunu kabûl ederlerse, onlara, Allahü teâlânın beş vakit namazı farz
kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allahü teâlânın, zenginlerin
fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir.
Bunu da kabûl ederlerse, zekât alırken sakın mallarının sadece en iyilerini
seçme! Mazlumun âhını almaktan çekin. Çünkü Allahü teâlâ mazlumun duâsını hemen
kabûl eder.
Sığırların zekâtı
Hazret-i Mu'âz diyor ki:
Resûlullah efendimiz bana, onlardan, her 30 sığırda, bir yaşında erkek veya dişi
bir dana; her 40 sığırda iki yaşında bir dana... Her bülûğ çağındaki gayrı
müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile sulanan
her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım öşür
(yirmide bir) alınmasını emretti.
Bundan sonra Resûlullaha dedim ki::
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatta bulunur musunuz?
- Yâ Mu'âz! Her ne hâlde ve her nerede olursan ol, Allahtan kork!
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatınızı artırır mısınız?
- Günâhın arkasından hemen iyilikte bulun ki, günâhı yok etsin!
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatınızı biraz daha artırır mısınız?
- İnsanlara güzel ahlâkla muâmele et! Yâ Mu'âz! Sen kitap ehli bir kavmin
yanına gidiyorsun. Onlar senden, Cennetin anahtarının ne olduğunu soracaklardır.
Onlara, Cennetin anahtarı Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, de!
Mu'âz bin Cebel tekrar sordu:
- Yâ Resûlallah! Bana, kitapta bulunmayan ve senden de işitmediğim bir şey
sorulur ve halledilmesi için bana getirilirse ne yapmamı buyurursunuz?
- Allah için tevâzu göster, Allahü teâlâ seni yükseltir. Sakın iyi bilmedikçe
hüküm verme! Sana müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor, danışmaktan utanma! En
son ictihâd et! Muhakkak ki, Allahü teâlâ doğruluğuna göre seni muvaffak kılar.
İşler sana karmakarışık gelirse, gerçek, sence belli oluncaya kadar bekle
veya bana yaz! O husûsta keyfine göre hareket etmekten sakın! Yumuşak davranmanı
sana tavsiye ederim.
Kabrimi ziyârete gelirsin
Resûlullah efendimiz vedâlaşırken buyurdu ki:
- Yâ Mu'âz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki
dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyâret için gelirsin.
Bunu işiten Mu'âz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz
buyurdu ki:
- Ağlama yâ Mu'âz! Feryâd ederek ağlamak şeytandandır. Ben seni yürekleri
yufka olan bir kavme gönderiyorum. Onlar hak üzerinde iki kere savaşacaklar.
Onlardan sana itâat edenler, sana âsi olanlarla çarpışacaklar; hattâ kadın,
kocasına; oğlu babasına; kardeş kardeşine öfkelenecek, sonra da İslâmiyete
tekrar döneceklerdir.
Resûlullah efendimiz Mu'âz ile bir mil kadar yürüdü ve son olarak şu nasîhati
yaptı:
- Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz! Birleşiniz,
fırkalara ayrılmayınız! Bana yakın olanlar, tam bağlı olanlar, nerede olursa
olsunlar, takvâ sâhipleri ve Allahü teâlâya hakkıyla kulluk edenlerdir.
Ne ile hükmedeceksin?
Resûlullah efendimiz ile Mu'âz arasında şu konuşma geçti:
- Sana bir da'vâ getirilince, insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm
vereceksin?
- Allahın kitabıyla hüküm veririm.
- Ya O'nda açıkça bulumazsan?
- Resûlullahın sünneti ile hüküm veririm.
- Ya onda da açıkça bulamazsan?
- İctihâd ederek, anladığımla hükmederim.
Peygamber efendimiz, Mu'âz bin Cebel'in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak
mübârek elini O'nun göğsüne koyup buyurdu ki:
- Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullahın rızâsına
uygun eyledi.
Sonra da Mu'âz bin Cebel'e şöyle duâ etti:
- Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musîbetlerden muhafaza buyursun.
İnsanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın. Senin sebebinle Allahü
teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için dünyadan hayırlıdır.
Mu'âz bin Cebel, Yemen'de uzun müddet kaldı. Yemen halkı onun da'vetine uyarak
İslâmiyeti kabûl ettiler. Hazret-i Mu'âz'ın işini kolaylaştırdılar. Yemen'de
kaldığı müddetçe halka va'z ve nasîhatlar yaparak derdi ki:
- Ben Resûlullahın elçisiyim. Kesin olarak bilin ki, ölüm muhakkaktır. Orada
Cennet ve Cehennemden başka bir yer yoktur. Oralara gidiş vardır, dönüş yoktur.
Orada hayât sonsuzdur.
Allahü teâlânın emâneti
Peygamber efendimiz, Yemen'de iken çocuğunun ölümü üzerine Mu'âz bin Cebel'e
gönderdiği ta'ziye mektubu şöyledir:
"Allahü teâlâ sana selâmet versin! O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar,
yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun
ni'metlerine şükür etmenizi ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz,
kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız ni'metlerinden, tatlı ve
faydalı ihsânlarındandır. Bu ni'metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet
olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda
faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allahü teâlâ, ni'metlerini
bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi; vakti gelip geri alarak
üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emir eyledi.
Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı ni'metlerinden idi. Geri almak
için sana emânet bırakmıştı. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek
şekilde sevindirdi, neş'elendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik
verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir.
Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş
görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevâba, merhamete kavuşamazsın ve
sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belâyı geri
çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş
bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Üstünlüğü çoktur
Mu'âz bin Cebel, Peygamberimizin vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra
Yemen'deki hizmetini tamamlayıp, Medîne'ye döndü. Hazret-i Ebû Bekir'in
halîfeliği sırasında Medîne'de Hazret-i Ebû Bekir'in seçtiği danışma hey'etinde
yer aldı. Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı,
hem de insanlara din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretti.
Mu'âz bin Cebel'in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Resûlullah efendimiz birçok
hadîs-i şerîflerinde onu medhetmiş, övmüştür.
Abdullah bin Mes'ud buyurdu ki:
- Mu'âz bin Cebel, Allaha ve Resûlüne itâat eden, doğru yolda bulunan bir
cemâ'at gibiydi. Biz Onu İbrâhim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara
hayrı, iyiliği öğretir. Allaha ve Resûlüne de itâat ederdi.
Hazret-i Mu'âz şöyle anlatıyor:
Bir gün Resûl-i ekrem efendimiz bir hayvana binmişti. Ben de arkasında
bulunuyordum. Bana buyurdu ki:
- Ey Mu'âz!
- Emredin, yâ Resûlallah!
Resûlullah efendimiz üç kere ismimi söyledikten sonra buyurdu ki:
- Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir, biliyor musunuz?
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
- Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların Kendisine ibâdet etmeleri
ve başka hiç bir varlığı O'na ortak koşmamalarıdır. Kullar bu vazîfelerini
yerine getirirlerse, Allahü teâlâdan bekledikleri hakları, Allahü teâlânın
onlara va'dettiği nedir, bilir misin?
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
- Bu takdirde kulların Allahü teâlânın üzerindeki hakkı, Onlara va'dettiği
ni'meti vermesi ve azâb etmemesidir.
Mu'âz bin Cebel sağ olsaydı
Hazret-i Ömer'e, "bize kimi halîfe bırakıyorsun" denildiğinde buyurdu ki:
- Şâyet Mu'âz bin Cebel sağ olsaydı, onu halîfe bırakırdım ve Rabbime
kavuştuğumda, Rabbim bana, "Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halîfe
bıraktın" deyince, ben de, "Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın;
(Mu'âz, kıyâmet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemâ'attır)
buyurduğu kimseyi bıraktım" derdim.
Mu'âz bin Cebel der ki:
Resûlullah efendimiz bana buyurdu ki:
- Ey Mu'âz! Sana Allahtan korkmayı, O'na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin
sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze
merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur'ân-ı kerîmi okumayı, âhireti sevmeyi,
âhiret hesâbının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeyi
tavsiye ederim.
Hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günâhkâra
itâatten, âdil hükümdara isyândan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan da seni
nehyederim, sakındırırım.
Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günâhın peşinden tevbe etmeyi
tavsiye ederim. Gizli günâh işlediğin zaman gizli, âşikâre günâh işlediğin zaman
âşikâre tevbe edersin.
Allah için seviyorum
Tâbiînin büyüklerinden Ebû İdris el-Havlânî, Hazret-i Mu'âz bin Cebel'e, "seni
Allah için seviyorum" dediğinde, Mu'âz bin Cebel şöyle cevap verdi:
- Sana müjdeler olsun, ey Ebû İdris! Ben Resûl-i Ekremin şöyle buyurduğunu
işittim:
(Kıyâmet günü Arşın etrafında, birtakım insanlar için kürsüler kurulacaktır.
Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryâd ederken onlar
korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allahın gerçek dostlarıdır.)
Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca buyurdu ki:
(Onlar, Allah için birbirlerini seven kimselerdir.)
Peygamber efendimiz bir gün Hazret-i Mu'âz'a buyurdu ki:
- Yâ Mu'âz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı
terketme! Allahümme e'ınnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike.
Dînimi bana kim öğretecek?
Abdullah bin Seleme şöyle anlatıyor:
Mu'âz bin Cebel taûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir
sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok ağır
olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hazret-i Mu'âz, Ona sordu:
- Niçin ağlıyorsun?
- Allaha yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımda
bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dînimi öğreniyor ve ilim alıyordum.
Senin ölümünden sonra dînimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından
korkuyorum ve onun için ağlıyorum.
Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:
- Hayır, bundan korkma! Îmân ve ilim, kıyâmete kadar yerindedir, arayan bulur ve
Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı
Kur'ân-ı kerîm ve Peygamberimizin sünneti, kıyâmete kadar korunacaktır.
Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve îmânı İbrâhim aleyhisselâma ihsân etmiştir. Hâlbuki
o zaman, îmânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrâhim aleyhiselâm
istediği için Cenâb-ı Hak, O'na ihsân etti. İlmi, Hazret-i Ömer'den, Hazret-i
Osman'dan ve Hazret-i Ali'den alınız! Eğer onları da kaybederseniz,
Ebü'd-Derdâ'dan, Abdullah İbni Mes'ud'dan, Selmân-ı Fârisî'den ve Abdullah İbni
Selâm'dan alınız!
Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkatı kim bildirirse kabûl
ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, onu reddediniz!
Cennet ehlinin hasreti
Bir gün, birisi, Mu'âz bin Cebel'in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra
vedâlaşıp ayrılacağı sırada, ona buyurdu ki:
- Ey falan! Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen
ise, dünyadaki nasîbinden daha çok âhiret nasîbine muhtâçsın. Âhiret nasîbini,
dünya nasîbine tercih et! Hattâ öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhiret
servetine sahip olasın! Dünya ni'metleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin
ise, nerede olursa seninledir.
Cennet ehlinin tek bir hasreti, pişmanlığı vardır. O da, Allahü teâlâyı unutarak
geçirdikleri vakitlerdir.
Ebû Bâhirî şöyle anlatıyor:
Bir gün Humus şehrinde câmiye gitmiştim. Mu'âz bin Cebel de, orada bulunuyordu.
Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki:
- Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir îmânla gitmek istiyorsa,
beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit
namazı câmide cemâ'atle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de Peygamberimizin
mühim sünnetidir.
Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum,
demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullahın sünnetini terketmiş olursunuz. Bu da
dalâlettir.
Mu'âz bin Cebel'e sordular:
- Duâ ne zaman kabûl olunur?
Buyurdu ki:
- İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen, Allahü teâlâya dön ve ondan ne
dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbûldür.
Amel etmedikçe
Yezîd bin Câbir diyor ki:
Ben Mu'âz bin Cebel'den şöyle işittim. Buyurdu ki:
"- Ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz
ilimden sevâb alamazsınız."
Recâ bin Hayve şöyle bildiriyor:
Bir zamanlar Mu'âz bin Cebel'in bir sohbetinde bulunmuştum. İlim hakkında şöyle
buyurdu:
"- Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızâsı için öğrenin! Zîrâ
Allah rızâsı için öğrenilen ilim, takvâyı, Allahtan korkmayı hâsıl eder. Bu
niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzâkere etmek tesbihtir; ilimden
konuşmak, Allah yolunda cihâddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir
mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâya yakınlıktır. Zîrâ ilim,
helâl ile harâmın terâzisi, Cennet ehlinin minâresi, gurbette insanın
arkadaşıdır.
Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir
arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim, sahibine delildir. İlim,
düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. Dostlarının yanında insanın süsüdür.
Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir. İnsanı ilimle başkalarına rehber,
öncü yapar ve ona itâat ederler. Melekler dahî ilim sahiplerinin dostluklarını
arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler.
Canlı ve cansız her ne varsa, hattâ denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar,
havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istigfâr ederler. Çünkü
ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir
nûrdur.
İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makâmlarına yükselir. İlim
sahipleri, dünya ve âhirette yüksek derecelere erişir. İlimde tefekkür, nâfile
oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nâfile namaz kılmaktan sevâbdır. İlim
ile, helâl ve harâm olan şeyler ayırdedilebilir.
İlim, amellerin imâmıdır. Amel, ilme tâbidir. İlimsiz amel olmaz. İlim,
Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrûm kalanlardır. Dünya ve
âhiret saâdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir."
Son namaz bil
Mu'âz bin Cebel oğluna şöyle vasiyet etmişti:
"Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın
olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!
Ey oğlum! Mü'min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır.
Ya'nî bir hayırlı işi yaptığın zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve
kararında olmalıdır."
Mu'âz bin Cebel'e dediler ki:
Falanca, Kur'ân-ı kerîm yazıp satıyor.
Buyurdu ki:
- Bu, Kur'ân-ı kerîmi satmak değildir. Kâğıt ve işçilik ücreti istemektir.
Kur'ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile öğretmektir.
Merhametli ol ki
Birisi Mu'âz bin Cebel'e, "bana öğüt ver" deyince, buyurdu ki:
- Merhametli ol ki, ben de senin Cennete girmene kefil olayım.
Mu'âz bin Cebel şöyle anlatıyor:
Birgün Resûlullahın huzuruna varmıştım. Bana buyurdu ki:
- Ey Mu'âz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?
- Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya îmân etmiş olarak sabahladım.
- Ey Mu'âz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün
doğruluğunun delili nedir?
- Yâ Resûlallah! Ben, geceden gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem.
Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım
attığım zaman, ikinci adımımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu
bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim.
Bütün insanlar mahşerde haşrolunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi
de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki
insanların azâblarını ve Cennetteki insanların ni'metlerini her an görüyorum
gibi düşünürüm.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey Mu'âz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç
ayrılma!
Bir defasında Mu'âz bin Cebel'i ağlarken gördüler ve sebebini sordular. Buyurdu
ki:
- İnsanlar iki gruptur: Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. "Acaba ben
hangisinden olacağım" diye ağlıyorum.
Senden korkuyordum
Hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru
olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi
öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada
çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz yaşında iken vefât
etti.
Mu'âz bin Cebel vefâtı esnasında buyurdu ki:
- Allahım! Şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit besliyorum.
Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak
istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik
göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına
sıkıştırmak için yaşamak istiyorum.
Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça:
- Allahım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana
bağlıdır, seni sever, buyurdu.