Ehl-i beytten sayılan İranlı sahâbî.
Eshâb-ı kirâmdan olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, İslâmiyeti bulmasını ve ebedî
saâdete kavuşmasını şöyle anlatmıştır:
Ben İran’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup,
arazimiz ve malımız çoktu. Babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi.
Bunun için benim üzerime titrerdi. Evden çıkmama izin vermezdi.
Sâhibi sen olacaksın
Babam Mecûsî (ateşperest) olduğu için, Mecûsîliği de bana, evde, tam olarak
öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar, biz ona tapar, secde ederdik. Babamın malı
ve mülkü çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki:
- Yavrum, ben öldüğüm zaman, bu malların sâhibi sen olacaksın. Onun için, git,
mallarını ve arazilerini tanı!
Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde, bir Hıristiyan kilisesine rastladım.
Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben, daha
önce öyle bir şey görmediğim için, çok hayret ettim. Zîrâ bizlerin ibâdeti bir
miktar ateş yakıp, ona secde etmekti.
Fakat onlar, görünmeyen bir Allaha ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime, “Vallahi
bunların dîni haktır ve bizimkisi bâtıldır” dedim. Onun için akşama kadar
onları seyrettim. Tarlalarımıza da gitmedim, akşam oldu. Kilisedekilere dedim ki:
- Bu dînin aslı, merkezi nerededir?
- Bu dînin aslı, merkezi şam’dadır.
- Peki, ben de Şam’a gitsem, beni de bu dîne kabûl ederler mi?
- Evet kabûl ederler.
- Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?
- Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir.
(İsfehan’daki bu Hıristiyanlar, İsfehan’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az
idi.)
Allaha îmân ediyorlar
Ben bunlarla meşgul olurken, vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce,
beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar, bulamamışlar ve bulamadıklarını
babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam dedi ki:
- Bu zamana kadar nerede kaldın? Seni aramadığımız yer kalmadı.
- Babacığım, ben bugün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat yolda
karşıma bir Nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim. Baktım ki; görmedikleri
ve herşeye hâkim ve kâdir olan bir Allaha îmân ediyorlar. Onların
ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki, onların
dîni haktır.
- Yavrum, yanlış düşünüyorsun. Senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların
dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma!
- Hayır babacığım, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni
haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.
Babam bu sözüme çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan başlayıp eve hapsetti.
Babam beni, “Nasrânîlik haktır” dediğim için, elimi, ayağımı bağlamış ve eve
hapsetmişti. Ben daha önce kilisedeki Hıristiyan rahiplere; bu dînin aslının
nerede olduğunu sormuştum. Onlar da şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde
hapis iken, devamlı şam’a gidecek olan kervanı beklerdim.
Şam’a gittim
Nihâyet Hıristiyan rahipler, şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber
alınca, iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu yere gittim. Kervandakilere,
buralarda duramayacağımı söyleyerek, o kervanla şam’a gittim.
Şam’da Hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi ta’rif ettiler.
Onun yanına giderek, durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet
edeceğimi söyleyip, ondan, bana Nasrânîliği öğretmesini, Allahü teâlâyı
tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti.
Fakat sonradan, onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü Hıristiyanların
fakirlere vermesi için getirdikleri altın ve gümüş sadakaları, kendine alır,
fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti.
Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi.
Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defnetmek için toplandılar.
Onlara dedim ki:
- Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz? O hürmete lâyık bir insan değildir.
- Sen bunu nereden çıkarıyorsun?
Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için, onlara gösterdim.
Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defin ve techîze lâyık
bir kimse değildir” dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar.
Sizi çok sevdim
Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim, zâhid bir kimse idi. Dünyaya
hiç ehemmiyet vermezdi. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun
zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve onunla ibâdet ederdim.
Vefât zamany geldi ve ona sordum:
- Ey benim efendim, uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü
siz, dînin emirlerine itâat ediyorsunuz ve men ettiklerinden kaçıyorsunuz. Siz
vefât ettiğiniz zaman, ben ne yapayım? Bana ne tavsiye edersiniz?
- Oğlum, Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yoktur. Kime gitsen seni
ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim.
Ben de “Peki efendim” dedim ve o zât vefât edince, Şam’dan Musul’a gittim. Onun
ta’rif ettiği zâtı bulup, başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti.
O da diğer zât gibi çok kıymetli, zâhid, âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı,
aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti.
Musul’da hizmet ettiğim zât da vefât ettikten sonra derhal Nusaybin’e gittim.
Bahsedilen kimseyi bulup, yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl
etti ve bir müddet de onun hizmetinde bulundum. Bu zâta da vefât etmek üzere
iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir
Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi ta’rif etti.
Gelmesi yakındır
Vefâtından sonra da oraya gittim. Ta’rif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine
girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefâtı yaklaşmıştı.
Ona da beni birine havâle etmesini ricâ edince, dedi ki:
- Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin
gelmesi yaklaştı. O, Araplar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık
içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl
eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır...
Böylece alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum bu zât da vefât edince, onun
tavsiyesi üzerine, Arap diyârına gitmeye hazırlandım. Amuriye’de çalışıp, birkaç
öküz ile bir miktar koyun sâhibi olmuştum. Benî Kelb kabîlesinden bir kâfile
Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki:
- Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip
beni kâfilelerine aldılar. Vâdiyül Kurâ denilen yere gelince, bana ihânet edip,
“Köledir” diyerek beni bir Yahûdîye sattılar.
Yahûdînin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. “Âhir zaman Peygamberinin
hicret edeceği yer, herhalde burasıdır” diye düşündüm. Fakat kalbim oraya
ısınmadı. Bir müddet Yahûdînin hizmetinde kaldım.
Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medîne’ye getirdi.
Medîne’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim. Hemen ısındım.
Artık günlerim Medîne’de geçiyor, beni satın alan Yahûdînin bağında, bahçesinde
çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma
arzusuyla bekliyordum.
Peygamber olduğunu söylüyor
Bir gün beni satın alan Yahûdînin bahçesinde, bir hurma ağacı üzerinde
çalışıyordum. Sâhibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi.
Bir ara o kimse dedi ki:
- Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor.
Ben bu sözleri işitince, kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum.
Hemen aşağı inip, o şahsa dedim ki:
- Ne diyorsun?
Sâhibim bana bir tokat vurdu ve dedi ki:
- Senin nene lâzım ki soruyorsun, sen işine bak!
Âhir zaman Peygamberinin geldiğini işittiğim gün, akşam olunca, bir miktar hurma
alıp, hemen Kubâ’ya vardım. Resûlullahın yanına girip dedim ki:
- Sen sâlih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim.
Resûlullah, yanında bulunan Eshâba buyurdu ki
- Geliniz, hurma yiyiniz!
Onlar da yediler. Kendisi aslâ yemedi. Kendi kendime, “İşte, birinci alâmet
budur. Sadaka kabûl etmiyor” dedim.
Bu hurmalar hediyedir
Eve döndüm. Bir miktar hurma daha aldım ve Resûlullaha getirip dedim ki:
- Bu hurmalar hediyedir.
Bu defa yanındaki Eshâbı ile birlikte yediler. Kendi kendime, “İşte, ikinci
âlamet budur” dedim.
Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Hâlbuki yenen hurma çekirdekleri bin
kadardı. Resûlullahın mu’cizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime, “Bir âlameti
daha gördüm” dedim.
Resûlullahın yanına ikinci defa varışımda, bir cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet
mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim murâdımı anlayıp,
gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca, Nübüvvet mührünü görür görmez, varıp
öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i Şehâdeti söyleyerek Müslüman oldum.
Sonra da Resûlullah efendimize, uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri
bir bir anlattım. Hâlime taaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirâma da anlatmamı emir
buyurdu. Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım.
Selmân-ı Fârisî hazretleri îmân ettiği zaman, Arap lisanını bilmediği için
tercüman istemişti. Gelen Yahûdî tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi
methetmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnâda Cebrâil aleyhisselâm gelip,
Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha bildirdi.
Durumu Yahûdî de anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Selmân-ı Fârisî hazretleri, Müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha
devam etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Selmân! Kendini kölelikten kurtar!
Bunun üzerine, sâhibine gidip, azâd olmak istediğini söyledi.
Kardeşinize yardım ediniz!
Yahûdî, hurma verecek duruma gelmiş üçyüz fidan getirmesi ve kırk ukiye altın (o
zamanki ölçüye göre belli bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.
Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah Eshâbına buyurdu ki:
- Kardeşinize yardım ediniz!
Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah efendimiz, “Bunların
çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber veriniz” buyurdu. Çukurları
hazırlayıp haber verince, Resûlullah efendimiz teşrif edip, kendi eliyle o
fidanları dikti. Bir tanesini de Hazret-i Ömer dikmişti. Hazret-i Ömer’in diktii
hariç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de
söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi.
Selmân-ı Fârisî anlatır: “Bir gün bir zât beni arıyor ve, “Efendisi ile
hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle Selmân-ı Fârisî nerededir?”
diye soruyordu.
Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını bana verdi. Ben de
Peygamber efendimize gittim ve durumu arzettim.
Borcunu öde!
Resûlullah efendimiz bana, “Bu altını al, borcunu öde!” buyurdu. Bunun
üzerine ben, “Yâ Resûlallah, bu altın Yahûdînin istediği ağırlıkta değil” diye
arzettim. Resûlullah efendimiz, o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü ve
sonra buyurdu ki:
- Al bunu! Allahü teâlânın izniyle bu senin borcunu edâ eder.
Daha sonra, Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi.
Götürüp onu da sâhibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum.” Bundan sonra azâd
olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, Ehl-i soffa arasına katıldı.
Uzak diyarlardan geldiği için, Eshâb-ı kirâmdan biriyle kardeşlik kurması emir
buyurulunca, Hazret-i Ebüdderdâ ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren
bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medîne üzerine üçüncü
defa yürüyen müşriklere karşı, nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre
ediliyordu.
Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta, Selmân-ı Fârisî hazretleri,
Resûlullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi
kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek savaşı denildi.
Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu’mân bin Mukarrin
ile Ensârdan altı kişinin bulunduğu bir grupla beraber bulunuyordu. Kendisi
güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mâhir ve becerikli idi.
Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah hazretleri
buyurmuştur ki:
- Selmân’ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri,
vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.
Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz
“Selmân-ül hayr (hayırlı Selmân)” buyurdu.
Bizden fazla kalırdı
Selmân-y Fârisî hazretleri hanımı ile de gâyet zâhidâne bir hayat sürdüler.
Eshâb-ı Soffa içerisinde Resûl aleyhisselâmın önünde, İslâm ilimlerini
öğreniyordu.
Selmân hazretleri senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları,
vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Soffa
içerisinde Resûl aleyhisselâma en yakın olan Selmân-ı Fârisî hazretleri idi.
Hazret-i Âişe buyuruyor ki:
- Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûl aleyhisselâm ile beraber kalır ve
sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullahın yanında bizden fazla kalırdı.
Hazret-i Ebû Bekir devrinde Medîne’den ve Hazret-i Ebû Bekir’in sohbetinden bir
an ayrılmayan Hazret-i Selmân, Hazret-i Ömer zamanında İran fethine katılmıştır.
İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde, Selmân-ı Fârisî’nin çok
büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sâhibi idi. Çünkü
kendisi İranlıydı.
İranlıları dîne da’vet etti
İranlıları kendi lisanlarıyla dîne da’vet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu.
İranlılar, savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil
görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazret-i Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını
ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi.
İran’ın Medâyin şehri alınınca, Hazret-i Ömer, onu şehre vâli tayin etti. İlmi,
basireti, vazifesindeki adâleti ve nezâketi ile Medâyin halkı tarafından çok
sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.
Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hazret-i Ömer zamanında Medâyin vâlisi iken, maaşını
aldığında, ondan hiçbir şey harcamaz, hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi el
emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar, üç dirheme satardı. Onun bir
dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir,
bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri alırdı.
Medâyin’de vâli iken, Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı.
Selmân-ı Fârisî’yi tek bir hırka ile görünce, işçi zannetti ve dedi ki:
- Gel şunu taşı!
Hazret-i Selmân çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Hazret-i Selmân’ı
tanıyanlar, adama dediler ki:
- Sen ne yapıyorsun, bu vâlidir. Adam, Hazret-i Selmân’a dönüp özür diledi:
- Kusûrumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı sırtınızdan indirin.
- Hayır, niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim.
Çuvalı adamın evine kadar götürdü. Hazret-i Selmân böylesine de tevâzu sâhibi
idi.
Kâsım bin Muhammed’i yetiştirdi
Çok sâde bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hazret-i Osman devrinde
655 senesinde hastalandı.
Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kirâm nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu
hâlde, devamlı nasîhatte bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medâyin’de vefât
etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu.
Selmân-ı Fârisî hazretleri, Peygamberimizden altmış civârında hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifak edip,
kitaplarına almışlardır.
İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Hüreyre ondan hadîs-i
şerîf rivâyet etmiştir.
Tâbiînin büyüklerinden ve o zaman Medîne’de Fukahâ-i Seb’a denilen, yedi büyük
âlimden biri olan Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir.
Onun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, gâyet az yerdi.
Bir sofrada kendisine çok yemesi için ısrar edilince, Peygamber aleyhisselâmın
kendisine, “İnsanların âhirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya
kadar yemek yiyenlerdir” buyurduğunu haber verdi.
Kendim götüreceğim
Çok cömert olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve
el emeği ile geçinirdi. Fakirleri dâimâ doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi
çok ihtiyar olduğu hâlde, kendi işini kendi görürdü. Birşey taşırken elleri
titredi. Halk etrafına toplanır, “Eşyalarını biz taşıyalım” deyince, onlara, “Hayır
ben kendim götüreceğim” derdi. Hâlbuki emrinde çok kişi vardı.
Yaşlı hâline rağmen, her zaman ilim öğrenirdi. Bunun sebebini sorduklarında
buyurdu ki:
- İlim çoktur, fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zarûrî lâzım olan ilimleri
öğren! Kalb ile bedenin hâli, kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir
ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi
görür fakat alamaz. İlâhî ni’metleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla
âmil olmalı ki, âhiretteki sonsuz ni’metlere kavuşmak nasip olsun.
Çok ağlamasının sebebini sorduklarında buyurdu ki:
- Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resûl aleyhisselâmın vefâtı. Bu
ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman,
hâlim ne olur bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba
çektiği zaman, Cennetlik miyim, Cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman hâlim ne
olur bilemiyorum, onun için ağlıyorum.
Selmân-ı Fârisî hazretleri birgün bir deve yükü nafaka satın aldı. Bir kimse onu
gördü ve sordu:
- Yâ Selmân, bu kadar nafakayı ne yapacaksın? Bunu bitirecek kadar ömrün
olduğunu biliyor musun?
Selmân hazretleri buyurdu ki:
- Nefs nafakasını aldığı zaman, insan rahat olur. Ondan sonra, nafaka ve başka
birşey düşünmeden, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olabilir. İnsan nafakası
tamam olunca, vesveselerden emin olur.
Selmân-ı Fârisî hazretleri, arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, “Bu
hâl, sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır” buyurur, hiç kimsenin,
arkasından yürümesini istemezdi.
Kanâat etseydin!
Ebû Vâil diyor ki:
“Bir arkadaşımla Selmân hazretlerinin ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa
ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım dedi ki:
- Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı.
Bunun üzerine Selmân hazretleri, matarasını rehin vererek o otu aldı, geldi.
Yemeği bitirince arkadaşım dedi ki:
- Bize verdiği ni’mete kanâat ettiğimiz için Allahü teâlâya hamdederiz.
Selmân hazretleri buyurdu ki:
- Eğer kanâat etseydin, benim matara rehin olmazdı.”