Halinden çok fakir olduğu anlaşılan bir adam, oltayla balık tutuyordu.
Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve
ona, "Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca
altın vereceğim" dedi. Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir
kemik takıldı. Hükümdar balıkçıya, "Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana ağır
bir şey takılmadı" diyerek onu da alıp saraya döndüler.
Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın
vermelerini emretti. Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın
koymaya başladılar. Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik
yerinden oynamıyordu. Görünüşte dört beş altını zor tartar göründüğü halde,
tahminlerin on misli üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi. Altını
doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden
kımıldamıyordu.
Bunda bir sır olduğunu anladılar. Âlim bir zat çağırıp bu sırrın ne olduğunu
sordular. O mübarek zat kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu
açıklamada bulundu:
"Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün
hazineyi koysanız yine tartamazsınız, yerinden oynamaz. Çünkü doymaz. Ama bir
avuç toprak bunu doyurur."
Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı
kalkıverdi.