Bir molla, bir Mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmak, ona talebe olmak için
gelmişti. Onun namaz kıldırdığı mescide geldi. O anda Mürşid akşam namazını
kıldırıyordu. Molla, Mürşidin okuduğu Fatiha suresini beğenmedi, kendi öğrendiği
şiveye uygun değildi. (Boşuna zahmet edipte tâ uzak yerlerden bunu ziyarete
geldim. Tecvidi bilmeyen, farzı haramı nereden bilsin? Böyle Mürşid-i kâmil mi
olur) diye düşündü ve hiçbir şey söylemeden ertesi günü yola çıktı.
Yolda giderken karşısına birkaç aslan çıktı. Korkusundan hemen geri döndü. Ama,
aslanlar, yavaş yavaş bunun peşine takılarak geliyorlardı. Korku ve heyecanla
koşar adım kaçarak talebeleriyle oturan Mürşidin, yanına geldi. Aslanlar da
iyice yaklaşmışlardı. Mürşid, hemen aslanlara doğru yürüdü. Aslanlar hareketsiz
halde huzurunda boyun eğip bekliyorlardı. O mübarek zat gelip onların
kulaklarından tutup (Size benim misafirlerime dokunmayın, onları korkutmayın
demedim mi) dedi. Aslanlar da çekip gitti.
Şaşkın halde bakan mollaya, (Bizim Fatihamızda yanlış arayacağınıza, kendi
yanlışınızı düzeltmeye çalışsaydınız dahi iyi olmaz mıydı?) dedi.
Sonra, otur hele diyerek, ona ve talebelerine şunları söyledi:
Kimse kendisini bir şey zannetmesin. Bu din edep dinidir, bu din tevazu dinidir.
Bu din Allah ve Resulünün aşkıyla yanma dinidir. Onu bunu ölçme, onunla bununla
uğraşma dini değildir, kendinle uğraşma dinidir. Acizliğini anlamanı, önce
kendini düzeltmeni isteyen dindir. Kendine itaati red eden, bir mürşid-i kâmile
tâbi olmayı emreden dindir. Zira o büyükler Allah Resulünün vârisleridir.
Büyüklerin zahiri cahilin zehiridir. Cahil zahire bakar zehirlenir gider.
Müşrikler de böyle yapmıştı. Allah Resulünü, Abdullah’ın yetimi diye
görmüşlerdi. Mala mülke bakmışlardı. Efendimiz aleyhisselamın herkes gibi yiyip
içmesine gezmesine alış veriş etmesine konuşmasına bakmışlardı. Kendileriyle,
bildikleri ölçülerle mukayese ettiler. Yani gözlerine ve kıt akıllarına tâbi
oldular. Biz sana niye iman edelim dediler. Halbuki, Hazret-i Ebu Bekir de
baktı, ama Onu Allah Resulü olarak gördü, (Ne güzelsin ya Resulallah, nurun
âlemleri kaplamış. Seni bize Peygamber olarak gönderen yüce Rabbimize hamd
olsun. Sana iman etmemi ihsan eden yüce Rabbime hamd ederim) dedi. Bir başka
zamanda da, (Her şeyimi, bütün iyiliklerim ibadetlerim dahil her şeyimi,
Resulullah efendimizin bir sehvine, yani yanılmasına değişirim) dedi. Hâşâ
boşuna Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmadı. İlim budur, edep
budur, sıddıklık budur.
İnsanlar arasında yere tükürerek edepsizlik eden bir müslümanın şahitliğini
kabul etmeyen bir din, bir edebe riayet etmeyene evliyalık yolunu kapatan bir
din, nasıl olur da, harama helale, mekruha, tecvide dikkat etmeyene veya
bilmeyene evliyalık yolunu açar? Bu yolda önce ilim gelir, sonra hâl. İlimsiz
hâl olur mu? İlimsiz evliyalık, mürşidlik olur mu? Bu Mürşid evliya ama, âlim
değil demek ne kadar yersiz, ne kadar cahilce bir söz. Dinde sayısız mesele var.
Şeytanın nefsin sayısız hilesi var. Bunları bilmek, ilimle olur. Papağan gibi
birkaç şey ezberlemekle insan kendisini ne zanneder. Bir kaya kovuğunda ilişmiş
kalmış bir böcek de, yerleri ve gökleri, bu delikten ibaret sanır. Bir elmanın
içindeki çekirdeği yiyen bir kurt da, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim
diye zanneder. Bunların böyle zannetmelerinin ne kıymeti var?
Büyükleri yani Resulullahın vârislerini imtihan etmek, ölçmek, müşriklik
özelliğidir. Ölün yitin bu belaya düşmeyin. Müşrikler de Resulullah efendimizi
imtihan ettiler, şunla bunla ölçtüler. Ancak Cehennemin dibini boyladılar. Bu
büyükleri sevenler, tâbi olanlar, Peygamber efendimiz zamanında yaşasalardı
eshab-ı kiram olurlardı. İnkâr edenler, reddedenler, o zaman yaşasalardı Ebu
Cehil gibi olurlardı.
Tekrar edeyim ki, ölün yitin sürünün ama, sakın bu belaya düşmeyin.